Muharrem, kendinden önce babasının sürdürdüğü çavulculuk işi yapan bir adamın yanında çalışan, dini bütün bir adamdır. Hergün muntazaman namazını kılar, camiiye gider, sayısını kaçırmadan tasbihini çeker. Bu yapayalnız dünyasında bir tek sevgisi vardır. O da Allah’a olan sevgisidir. Son derece memnun ve huzurlu olduğu yaşantısı, zikirlerine katıldığı bir tarikatın şeyhinin kendisini bulması ile değişik bir seyre bürünür. Yalnız evinden, tarikatın Muharrem‘in bihaber olduğu dünyevî ve bir o kadar da nahoş işlerini yürütmek üzere çekip alınması ile bir anda tamamen yabancısı olduğu bir Dünya’nın kapıları kendisine açılır. Artık tarikatın havuzuna kira adı altında çeşitli dükkân, ev, arsa ve bilimum alışveriş merkezlerinden ve hatta kimi Belediye’lerden aktardığı paraların tahsilatını yapmak Muharrem‘e düşmüştür. İşte bu noktadan sonra bir insanın inandığı birçok şeyin nasıl da değiştiğine an be an tanık oluyoruz.
Takva anlatmak istedikleri olan, son dönem Türk sinemasının yüz akı filmlerinden biri. 96 dakika boyunca bir adamın kendi ile olan hesaplaşmasına, dünyevî değer(sizlik)lerden elini eteğini çekmişken metazori şekilde tam da ortasına düşmesine, kendi değer yargılarını sorgulamasına, dini herkesin kendince çoğu zaman da işine geldiğince yorumlaması karşısında duyduğu hayâlkırıklıklarına tanık oluyoruz. Tam da Büyük İmtihan‘a yavaş yavaş yaklaşmaktayken, bu ansızın kapısını çalan riyakâr dünyaya alışamaması çok normal Muharrem‘in. Ancak sorun alışamamaktan öte, bu maddi dünyadaki pisliklerin, günâhların bir parçası olması, bir günâhkâr olması. Bu da Muharrem için dönülmez akşamın ufku demek. Önce kalbinin temizliğini bu pislikleri temizlemeye çalışmakta kullanıyor, başarısız oluyor. Arkasından bir parçası olmamak istiyor ama nafile. En sonunda kendi çözümünü kendi uygulamak istiyor ve işte bu noktada işin ucu bir günâha çarpıyor. Sonra birbirini takip eden günâhlar silsilesi.
Filmde çizilmiş Muharrem karakteri gerçekten seyirciyi kendisine bağlıyor. Sıkı sıkı sarılasınız geliyor. Son derece saf, son derece kendi dünyasında, tamamen kendi doğru bildiği uğurda yaşamını sürdüren, kimseye zararı olmayan ve bilhassa bundan kaçınan, olmak istediği “iyi insana” ulaşmış bir adam. Çizilmiş bu karakterin vücut bulması oyunculuk açısından ustalık gerektirmiyor belki. Ama bu karakterin seyircisine böylesi bir sıcaklık verebilmesi usta işi bir oyunculuk gerektiriyor. Bu kesin. İşte bu noktada Erkan Can giriyor devreye. Kesinlikle kariyerinin en iyi performansını sergilemiş. Filmin finaline doğru, yağmurlu sahnede oyunculuk dersi vermiş usta aktör. Gerçi film konu itibarıyla Muharrem rolünü oynayacak kişi için al da at pasların tümünü çıkartıyor. Birçok aktörün zevk alarak ve çok da zorlanmadan gole çevireceği paslar bunlar. Ama “doksana takmak”, işte bu Erkan Can‘ın işi. Fakat şahsen ne yazık ki Güven Kıraç için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. Sıcaklıktan uzak, oldukça yapmacık buldum oyunculuğunu. İşin aslı ya Erkan Can‘ın muazzam ışığının gölgesi Kıraç‘ın üzerine vurmuş ya da sahiden çok eğreti bir oyun sergilemiş Güven Kıraç.
Seni düşündüm
Seni düşündüm
Yalnızım
Filmde Muharrem‘in bastırılmış duygularının dışavurumu çok etkileyici bir unsur. Artık tamamen elini eteğini çektiği dünyevî hayata dair zevkler, Muharrem‘den elini bir türlü çekmiyor. Otobüste bacağını, taksiye binerken gözlerini kaçırmayı başarsa da, bir şekilde bastırdıkları onu uykularında rahat bırakmıyor. Bu da insan olmanın verdiği en doğal en saf olgu en nihayetinde. Burada asıl çelişki, asıl kaçması gerekenin bu rüyalar değil, bel bağladığı, umut beslediği, aynı yolun yolcusu gözüyle baktığı insanların, Din adı altında cüppelerinin cebini doldurma çabası ile yaptığı binbir türlü dalavere olması değil midir? Bir anda Muharrem‘likten Muharrem Efendi‘liğe terfinin yolu, sadece bir Şeyh ile aynı safta namaza durmak, en pahalı kalemlerle imza atamak, gıcır gıcır takımlar giymek midir? Eğer böyleyse bu hiç de Muharrem’in yolu değil. Ki bu yolun sevimsizliği çok erken kendini gösteriyor. Çelişkiler başlıyor. İlk günâha gelince sıra Muharrem Efendi gidiyor yerine iyi bir insan olma yolunda yıllarını vermiş ve epey de yol aldığını düşünen bir adam geliyor. Ve bir arpa yolu bile yol almadığını anlamasıyla, artık bu Dünya’da ona yer olmadığını anlamasıyla, kendi o saf Dünya’sına iniyor ölüm.
Serdar Akar öncülüğünde kurulmuş olan, Türk Sineması’nın yeni soluklarından olan Yeni Sinemacılar‘ın Takva‘dan önce imza attıkları Gemide, Laleli’de bir Azize, Dar alanda Kısa Paslaşmalar ve Maruf gibi etkileyici yapımlar, yakında Türk Sineması’nın Yeşilçam denen şahsen hiç hazzetmediğim, başarısız ve tekdüze (hatta son dönem Kore Romantik-Komedi’lerini eski Yeşilçam’a çok benzetiyorum) sinemacılık anlayışından ibaret olmadığını göstereceğinin sinyallerini vermelerine yetiyordu. Son dönem gerçekten çok iyi yapımlar çıkartmaya başlamamız sevindirici. Her ne kadar sinema derken bile içimin cız ettiği, saçma sapan M. Ali Erbil ve saz arkadaşları’nın rezaletleri ve zorlama, aşırma, apartma Korku (??) filmleri yağmur gibi yağmaya başlasa da, aralarda gerçekten çok iyi yapımlar kendini gösteriyor. Takva da bu yapımlardan biri ve bu yılın en iyilerinden, burası kesin. Özellikle üzerinde yürüdüğü ince buzda, dilediğince dans edebilip, söylemek istediklerini son derece usturuplu bir şekilde söylemeyi başarması bile başlı başına takdire şayan. Berlin ve Toronto Film Festivalleri’nden ödülle dönen Takva kesinlikle içine girilmesi, anlatmak istediklerinin derinlemesine irdelenmesi, sürekli ardı ardına ekrana gönderdiği çelişkiler üzerinde düşünülmesi gereken çok iyi bir yapım. Nitekim görüntü yönetmenliği ve filmde oluşturulmuş atmosfer sizi filme tamamen çekiyor. Son dönem izlediğim filmler içinde, beni atmosferi ile bu kadar güzel uyum göstererek etkileyen pek fazla film olmamıştı. Takva bu açığı kapattı. Gerçekten gerek renk, gerek hava koşulları, gerek mekânlar ve gerek de kullanılan muazzam renkler buram buram iyi film kokuyor. Bunların yanında bir adamın günâhı karşısında kendi içinde yaşadıkları, umutlarının sönüşünün yüzüne nasıl vurduğu üzerine söyledikleri de kesinlikle görülmeye değer. Ama hepsinden öte bu filmi izleyin ve Türk Sineması için sevinin. Böyle filmler çoğaldıkça artık göğsümüzü gere gere dünyaya sunacağımız, kendi insanına sanatın tüm güzelliklerini, muazzam bir dille aktarabilen bir sinemamız olacak. Sonunda!
vakit tamamdır.
Haram, helal oldu
helal haramdır.
Kendi kendimizle yarışmaktayız gülüm.
Ya ölü yıldızlara götüreceğiz hayatı
Ya da dünyamıza inecek ölüm.”