II. Dünya Savaşı’na dair filmler… İçinde objektif tavır takınmayı becerebilmiş, ideolojik kaygılardan sıyrılmış kaliteli örnekler bulunsa da, duygu sömürüsü ve ajitasyona dayanarak propaganda yapmaya soyunan filmleri fazlaca barındırdığından, sinemada neredeyse bir alt-tür haline gelen bu filmlere mesafeli yaklaşmak sinemasever açısından faydalıdır. Etkileyici bir savaş draması yerine, politik kaygılarla güç odaklarının finanse ettiği, geçmişi çarpıtan filmlerle karşılaşmak pek olasıdır. Yanlış anlaşılmasın, türü “belgesel” ilan etmedikçe hiçbir sinema yapıtının gerçekleri olduğu gibi aktarma zorunluluğu yoktur, zaten bu “kurgu” kelimesinin köküne terstir. Eğer ortada yaratılmış karakterler ve olaylar varsa da, bu yaratının temel aldığı yaşanmışlıkla birlikte değerlendirildiğinde izleyiciye ne kadar inandırıcı ve samimi geldiği, filmin kültürel/siyasal/sosyal dışavurumculuktaki başarısına dair fikir verebilir. Herneyse, savaş filmleri üzerine konuşmalar uzar gider ama Louis Malle’nin çocukluğunda yaşadıklarından neredeyse kırk yıl sonra yarı-otobiyografik hikâyesini kameraya aldığı Au Revoir Les Enfants’da (Hoşçakalın Çocuklar) bir mola vermek gerek. Malle’nin belki de kafasında iyice ölçüp biçmek için yönetmenlik kariyerinin son demlerine kadar beklettiği film savaşın tüm soğukluğuna rağmen yeşermiş, sancılı bir dostluğun öyküsünü anlatıyor. Ekonomik durumu iyi olan bir ailenin küçük oğlu Julien(Gaspard Manesse) 1944’de işgal altındaki Fransa’da annesi tarafından yatılı bir Katolik okuluna gönderiliyor. Son derece isteksiz bir evden ayrılan Julien, kısa süre sonra okula gelen üç öğrenciden Jean Bonnet(Raphael Fejtö) ile çocuksu bir rekabet ve kıskançlık başlayıp gün geçtikçe kimlik değiştirecek bir ilişki içerisine giriyor.
İdealist okul müdürü Père Jean ne pahasına olursa olsun bir risk alıp üç Yahudi çocuğu Gestapo’lardan kurtarmak için okulun bünyesine alıyor. Hemen dikkat çeken çocuklardan en küçüğü Bonnet zekâsı ve net bilgiler verilmese de o yaşındaki yaşanmışlığıyla omuzları dik, donuk bakışlı bir küçük adam. Açılış sekansında annesinden bir türlü ayrılamayan Julien ise aynı şekilde zeki ve ayrıksı bir öğrenci fakat henüz pek büyümemiş. Altını ıslattığı sahnede belki de bu çocukluğuna vurgu yapılıyor. İkisi de kitap kurdu, pek arkadaş edinemeyen asosyal karakterler. Louise Malle’nin “Çocukluğumun en trajik anısından esinlendim.” diyerek yarattığı Julien karakterinin iç dünyasına ve iki çocuğun inişli çıkışlı dostluğuna tanık oluyoruz film aktıkça. Malle, Steven Spielberg’in Empire of The Sun’da yarattığı Jim karakteri gibi seyredeni kendine hayran bırakacak, harika çocuk yaratmak yerine daha gerçekçi, ancak yaşının farkındalıklarına sahip bir karakter yaratıyor. Dostluk kavramını ise dram soslu bir mücadeleden ziyade katman katman irdeleyip sağlam bir temelden inşa ediyor. Okula yeni gelen Bonnet, adı yüzünden herkes tarafından dalga geçilmesine rağmen, getirdiği kitaplarla Julien’in ilgisini çeker. Julien ise kibiri yüzünden ve yeni geleni dışlama amacıyla ondan uzak durur, çocuğun bir farklılığı olduğunu ise zamanla sezecektir.
Henüz “Yahudi” kelimesinin anlamından habersiz çocuklar için bu kelime kıvırcık saçlı, domuz yemeyen, zeki oldukları için nefret edilen, Hristiyan katillerini ifade eder. Ağabeyinden öğrendiği bu kalıp bilgiler ve önyargılar ışığında Bonnet’in Yahudi olmasından kuşkulanan Julien araştırma yapmaya başlar. Okula Gestapo’lar geldiğinde papazın Bonnet’yi saklamasının ardına, asıl adının Jean Kippelstein olduğunu öğrenen Julien’in içinde neden olduğunu kendinin bile henüz anlamlandıramadığı bir nefret doğar. İçten gelen değil de öğretilmiş normların sonucu olarak masumiyetini yitirip Bonnet’ye savaş açar. Her ne kadar yer yer onu küçük düşürmeye çalışsa da, içten içe aralarındaki benzerliklerin kendisine çekici geldiğini reddedemez. Ailesi gelmeyen Bonnet’i annesiyle gittiği yemeğe davet etmesiyle, birlikte Chaplin’in The Immigrant’ını izemeleriyle, ormanda kaybolmalarıyla ve yatakhanede gizliden gizliye Binbir Gece Masalları’nı okumalarıyla aralarında oluşan bağ gittikçe sıkılaşır. Tamamen ön yargılar üstüne kurulmuş bir ayrımcılığın kıyısından dönmeyi 12 yaşındaki Julien neredeyse başarmıştır. Film gücünü bu sade ve zekice kurgulanmış alt-metninden alır. Julien savaşın gölgesinde, çocukluktan olgunluğa adım atarken, Malle de ufacık bir çocuğun anladığı “ırkçılığın mantıksızlığını” yetişkin diplomatların ve halk yığınlarının nasıl idrak edemediğinden dem vurur. Fakat ne savaş Julien’in elindedir, ne de o, bu yaşında yetişkinler kadar akıllı olabilir. İşte bu sebepten Julian bir gün, Louis Malle’nin kendi hayatında olanların aynısı olmasa da, çok benzeri diye nitelendirdiği o ölümcül hatayı yapacaktır. Tek bir düşüncesiz davranışı, geri dönülmesi imkânsız, üzerinden yıllar geçse de unutulmayacak sonuçlara yol açacaktır.
Tüm savaşlar iç savaştır, çünkü tüm insanlar kardeştir. — Francois Fenelon
Tek bir kurşun bile göstermeden ne kadar ustaca bir psikolojik savaş filmi çekilebileceğini ispatlayan yönetmen, yatılı okulda yarattığı gri tonlardaki çekimlerle atmosfer yaratımını iyi başarmış. Fransız sineması ve çocuk oyuncu dendiğinde akla gelen ilk isim her ne kadar Traffaut’un The 400 Blows’undaki Jean-Pierre Léaud geliyor olsa da filmdeki iki çocuk oyuncu da rollerinde oldukça doğal ve başarılı. Müziklerde piyano ile birlikte belki de savaşın o hüznünü en iyi anlatan enstrüman olan kemanın tercih edildiği filmde Bonnet’in piyano çaldığı sekans ve buğulu camın ardında kalan Julien’in mücadelesine etkileyici bir örnek var. Çok şaşırtıcı olaylar barındırmayan senaryo klasik ders saatleri, yatakhane mevzuları, okuldaki küçük karaborsa işleriyle doğal ve tanıdık bir yolda ilerliyor. Malle, bazı yan olayları öyküsüne destek olarak kullansa da bunlar ana hikâyeye çok da dâhil olmuyor. Julien’in annesiyle lokantaya gittiği sahnede Fransız işbirlikçilerin 20 yıldır orada yemek yiyen ihtiyar bir Yahudi’yi çıkartmaya çalışması üzerin lokantadaki Alman askerlerinin onları kovması ile çuvaldızı ülkesine de batırıyor. Sürekli paylaşmayı öğütleyen hocalara rağmen okulda karaborsa ağları kuruluyor. Ortaya ise çocukluğun getirdiği masumluğun yitirilişi, savaşın tüm yıkımına rağmen yeşeren dostluk öyküsü çıkıyor.
Yiğitalp Ertem
yalpertem@gmail.com