Ceza Sömürgesi, F.KafkaAmerikalı, Piyano Piyano Bacaksız, Teyzem gibi Türk Sineması’nın kalburüstü filmlerinin senaristi, Anlat İstanbul’un yönetmeni Ümit Ünal’ın tamamını dijital kamerayla çektiği ilk yönetmenlik denemesi olan deneysel filmi Dokuz ilk bakışta bir “katil kim” hikâyesini andırıyor. İstanbulun sıradan bir mahallesinde, sıradışı bir şekilde dolaşan saçları dik, arasıra kıyafetlerini çıkartıp dolaşan, yahudi olduğu sanılan Kirpi lakaplı kız birgün tecavüz edilmiş, üstüne üstlük kafası taşla ezilmiş bir şekilde ölü bulunuyor. Suçlunun saptanması için mahalleden cinayetle ilgisi olabileceği düşünülen altı kişi sorgu odasına alınıyor. Çapraz sorgulama saatlerinin ardından, sorgulayanların yanı sıra izleyici de mahallelinin “öteki” olarak garipsediği Kirpi’den çok daha şaşırtıcı olan geçmişine tanık oluyor. Suyun dibine hapsedilmiş hava kabarcıkları gibi olan gerçekler/yalanlar bir bir su yüzüne çıkıyor. Kime güvenileceği, kimden şüphelenileceği ise karakterlerle birlikte bir hesaplaşma sürecine giren seyirci için oldukça zorlaşıyor.“Bir meczup, bir sokak köpeği kız, ölmüşse ölmüş ne yapalım? Her gün sinek gibi ölüyorlar.” Sorguda bu sözler geleneksel ev hanımı Saliha(Serra Yılmaz)’nın ağzından çıkanlar. Başlarda sadece oğlunu koruyup kolluyormuş izlenimi veren anne, tanıdıkça çevresindeki herkesten nefret eden, önyargılı, insanları sürekli etiketleyip dost-düşman belleyen, acımasız bir iftiracıya dönüyor. Hani şu hiçbir şey görmeyen, sürekli duyduklarıyla beslenen, kafasındaki tilkileri kurgulayıp anlatanlardan, “miş-mış”ların insanı Saliha Hanım. Sorgu odasındaki bir diğer mahalle sakini Tunç(Fikret Kuşkan). Alışıldık bir milliyetçi mahalle delikanlısı, biraz kabadayı ama kötü niyetli değil. Eğitimsiz ve yer yer işlediği küçük suçlar olsa da bunlara Her Şey Çok Güzel Olacak’taki Altan kıvamında yaklaşan, hayata bir yerlerinden tutunmaya çalışan, şimdiye kadar bunu pek başaramamış, Saliha Hanım’ın oğlu Kaya ile sıkı dost olan bir genç. Mahallenin en etkileyici karakteri olan kırtasiye dükkânı sahibi eski solcu Salim(Cezmi Baskın) hayatın sillesini yemiş, yenilgiyi kabullenmiş durumda. Kendi düşüncelerinin evrimini eskiden kitapçı, şimdi ise kırtasiyeci olması ile simgeliyor. Geçmişi politik sancıların yanı sıra, duygusal yıkımlara da sahne olmuş Salim, masasında Buddha heykelciğiyle, ileteşebileceği kimse kalmamış birisi, yalnız ve yorgun. Hapishanelere, sorgulamalara alıştığından, varolmanın tadını çoktan unuttuğundan, soğukkanlı ve donuk bir şekilde yanıtlıyor soruları. İki çocuk babası, fotoğrafçı Firuz(Ali Poyrazoğlu) filmin jokeri belki de. Yerinde duramayan, tedirgin ve korkmuş kişiliği onu suçlu-suçsuz ikileminin zıt uçlarında konumlandırıyor. Sürekli değiştirdiği ifadelerinin yanı sıra, Kirpi‘ye ve diğer insanlara yaklaşımındaki iyimserlik, karakterini karmaşıklaştırıyor. Zaman içerisinde, cinayetle ilgisini bile unutturacak, herkesten sakladığı seçimleri fark edildikçe, Ozon’un Swimming Pool’unun afişi akla geliyor. “Yüzeyde, her şey sakindir.” Biraz derinde neler olup bittiği ise muamma… Sahneye çıkan beşinci sanık olan Amerikalı(Rafa Radomisli), Steppenwolf’un “Born to be Wild” parçasını dillendirerek takdir toplayan, Kirpi ile dışlanmışlık açısından paralellik taşıyan, mahallenin kimi zaman akıl danışılan, ermiş olduğu düşünülen evsizi. 13 yıl Amerika’da yaşadıktan sonra annesinin hastalığı üzerine ülkesine dönen bir Türk aslında, fakat annesini gelir gelmez kaybetmiş, bir daha da geri dönmemiş. Deli damgası vurulan yaşlı adam, dört ya da beş köpeğiyle hayatını sürdürüyor. Sorgu odasına bir haftadır ortalarda olmadığından ötürü gecikmeli dâhil olan, Saliha Hanım’ın oğlu Kaya(Ozan Güven) ise nişanlanıp vazgeçmiş, annesinin himayesinde, son zamanlarda farklılaşmış olsa da içten içe çocuksu bir karakter. Tunç’un en iyi arkadaşı, bir aralar Salim’in yanına takılıp, kitap okuma alışkanlığı edinmiş olsa annesinin baskısıyla bırakan bir genç. Herkes kadar onun da sırları var, sorgusu başlayana kadar izleyicide en çok şüphe duygusu oluşturanlardan…
Senaryo bu (anti)kahramanların sırtında yükseliyor işte. Türkiye’den kesitler, bir mahalle içine sıkışmış karakterlere indirgeniyor. Tam bir millet analizi değil elbet söz konusu fakat sürekli “Ben bu adamı tanıyorum.” diyebileceğimiz bireyler var kadrajda. Az karakter, tek mekân, bol diyalog/monolog ve sanıklarının direkt olarak gözünün içine doğrultulmuş dijital kameranın etkisiyle perdede gördüklerimizle içli dışlı olmamak zor görünüyor. Sorgu odası dışında çekilen tek-tük planlarda Kirpi’nin olduklarının takip eden birisinin bakışıyla, Firuz’un yaptığı âlem görüntülerinin ise direkt el kamerasından aktarılması yerinde seçimler yönetmen açısından. Tek mekânda çekilen, türün başyapıtlarından 12 Angry Men’in müthiş sürükleyicilikle ulaştığı başarıya meydan okumak epey zor tabiki. Görsel bir sanat olan sinemayı, görsellikten hiç faydalanmadan sunduğunuzda izleyici için filme tutunmak epey zorlaşır. 12 Angry Men’in zekice yazılmış incelikli senaryosu, oyuncu kalitesi, çok da hızlı kurgu oyunlarına gerek duymadan seyirciyi tetikte tutuyordu. Ümit Ünal işi şansa bırakmamak için üzerinde çok çalışıldığı belli olan dinamik bir kurgu anlayışı benimsemiş. Kısa ve net cümleler, sık sık kesmeler ve bir sohbet ortamı yaratılmış şekilde montajlanan replikler filmin destek noktalarından birini oluşturmuş.
Çizilen Türkiye’de bir şeyler çarpıtılmış geliyor yalnız. Zaten bir Amerikalı karakteri var, bunun yanında Kirpi de yabancı, Yahudi. Yahudi öldürülüyor, Amerikalı kulübede yaşıyor. Toplumu bireylere indirgerseniz, genel iradeyi de bireylerin davranışları, sözlerinde tutturduğunuz formülle anlatmanız beklenir, bu kadar az karakteriniz de varsa elinizde titiz olunmalı. Türk insanı her ne kadar milliyetçi özellikleriyle ön plana çıksa da, ülke dışında, bir Amerika, Almanya, Fransa gibi “ırk” ayrımı, kendinden olmayanı sömürme, yok etme politikası pek gütmez. Hele ki bir Yahudiyi, Amerika görmüş başka bir Türk’ü? Eğer alt metinde verilmek istenen buysa bir yanlışlık var, eleştiri getirilecek hedefler daha hayattan olmalı, kızın kolyesi filmde önemli bir simge, fakat sosyolojik tespit için mi kullanılmış, cinayeti (izleyici açısından) açıklığa kavuşturan bir Hitchcock’çu obje olarak mı tartışılır. Firuz ise sorgunun son demlerinde “Bu hikâyeyi, yeni baştan başka türlü anlatayım, nasıl olsa bu hikâye nereye çekersem oraya gider. Bir daha anlatayım, katil ben çıkayım.” derken, çarpıtılmış gerçeklere yapılan vurgu, halkın bilinciyle kendi istekleri doğrultusunda yap-boz oynayan bir üst-bilince işaret ediyor. Bir cinayetten yola çıkarak, ülke tarihinde örtbas edilmiş diğer cinayetlerin sebeplerini, suçlularını, mağdurlarını sorguluyor. Kapıya çarpınca numarasının 6’dan 9’a dönmesiyle, gerçeklerin ne kadar kolay tersyüz edilebileceğini, ilk bakışta görünenle aslolanın farkının ayırt edilmesinin güçlüğünü anlatan Ümit Ünal ise usta işi kotarılmış finali ile Türk Sineması’nın en farklı filmlerinden birine imza atıp, bunda da oldukça başarılı oluyor.
Biraz da filmin finaline dair konuşmakta fayda var, buradan sonrası filmi izlemeyenler için tat kaçırıcı bilgiler içerir;
Sorgu esnasında tenis topu gibi oradan oraya yön değiştiren hikâyede herkesten şüheleniliyor. Tunç’un önceden sabıkası olmuş, sürekli turistlerle birlikte olmaya çalışan bir genç. Kıza da tecavüz edildiğine göre, Tunç ile bir tartışma yaşamış olması, bunun üstüne kıza sinirlenip, tecavüz ettikten sonra öldürmesi olası. Olay gecesi Firuz’la olduğunu iddia eder, fakat ifadeleri birbirini tam tutmaz. Firuz’la birlikte suçu eli kanlı gördüğü Amerikalı’ya atar, onun da köpeği öldürülmüştür. Saliha Hanım ise oğlu hariç herkesi suçlar, katil damgası vurur. Kaya geldikten sonra, o da olayı kendince yoğurup Salim’in kızın kafasını Buddha heykeliyle ezip öldürdüğünü söyler. Olayların çözümsüzlüğe gittiği sırada kamera ortaya çıkar. Kayıtlarda Salim, Tunç, Kaya’nın olay gecesi yaptığı âlem vardır. Firuz ve Kaya’nın saklı ilişkisi ortaya çıkar, Tunç ve yoldan geçen Kirpi de bir geceliğine katılmıştır onlara. Kız biraz geçince oradan kaçar, Kaya peşinden gider. Tunç ise Firuz’u bıçaklar. Eldeki hikâye en inanılır haliyle bu kadardır. Hala herkesin katil olma ihtimali olmasına karşın en yakın isim olan Kaya (kızla oradan çıkıp giden olduğundan) adaletin sihirli değneğiyle ki işkence ve dayak denmesi de uygun, parmaklıkların arkasına yollanır. Düğüm ise Firuz’un karakoldan çıkarken merdivenlerde bulduğu kolye ile çözülüverir. Kızı sanıklardan hiçbiri öldürmemiştir, kızın ölümü karakolda gerçekleşmiştir. Zaten cesedini bulan tanık da kolyeyi hatırlamamaktadır. Sahi, bunca kişi saatlerce sorgulanırken neden cesedi bulana hiçbir şey sorulmaz? Zaten kaset kaydı baştan beri eldedir, sanıklar hesaplanmıştır. Bundan ötesi bir “suçu yıkma” serüvenidir, en yıkılabilir olana, en az şüphe çekecek olana. Artık ne doğrusu, ne de yanlışı kalmış Firuz, bulduğu kolyeyi anlamlandıramaz bile, belki de yaptığı “ayıp” açığa çıkmasın diye görmemezlikten gelir yapılanı. Her ne kadar zamanında Salim’i kameraya çekmeye çalışırken “Çekeyim işte, yarına kalır.” demiş olsa da, o geceden sonra Salim’in cevabıyla o da yüzleşecektir. “Ne yarını? Yarın mı kalmış…”
Yiğitalp Ertem
yalpertem@gmail.com
benim de beğendiğim bir filmdi. gerilimin dozu finale doğru iyice tavan yapıyor. izleyiciyi sarıyor bir merak. ilk filmini çekmek isteyen yönetmen adaylarının mutlaka izlemeleri gereken bir film.