Giulio Andreotti’nin hayat hikayesi aslında “kötü” anlamda bir peri masalını andırıyor. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra milletvekili olarak girdiği mecliste, daha sonra hükümet sekreterliğinden İç İşleri Bakanlığı, Savunma Bakanlığı, Dış İşleri Bakanlığı derken Başbakanlık görevine kadar yükselen ve İtalyan siyasi tarihine damgasını vuran Andreotti; en alttan başlayarak en yukarıya kadar çıkarak bir anlamda demokrasinin eksikliklerinden de çok iyi faydalanmış bir siyaset adamı. Savaş sonrası oluşan çöküntü ve kargaşa ortamından yararlanarak iktidara gelen, iktidardayken başta mafya olmak üzere pek çok “kirli” ve yasadışı bağlantıyla iktidarını mutlaklaştıran, muhaliflerini faili meçhul ölümlerle susturan Andreotti, bu yanıyla da demokrasiyle kazandığı gücü yasadışı yollarla da olsa pekiştiren, demokrasiye “saygılı” bir devlet adamı portresi çiziyor. Tarih sahnesinde başta Hitler ve Mussolini olmak üzere pek çok önemli devlet adamı gibi seçimle başa gelen ve yine seçimle iktidarını devam ettiren Andreotti’yi yargılarken bu yüzden dikkatli olmamız gerekiyor. Sonuçta iktidara gelirken de, yedi kez üst üste mecliste görev alırken de halk tarafından seçilmiş bir adamdan bahsediyoruz.
Yönetmen Paolo Sorrentino da Andreotti’nin 1980-90 arasındaki dönemini ekrana yansıtırken; demokrasiyle seçilen ve “zorbaca” dahi olsa uzun yıllar ülkeyi yöneten bir devlet adamına duyduğu “derin” saygıyı gizlemiyor. Bugün Amerika’da olduğu gibi bir korku kültürü yaratarak, hem siyasi arenadaki rakiplerini hem de medyadaki karşıtlarını susturup ülkesini uzun yıllar yöneten bu önemli devlet adamına Sorrentino da Andreotti’nin rakipleri gibi saygılı ve ölçülü bir şekilde yaklaşıyor. Hristiyan Demokrat Parti’nin uzun yıllar süren iktidarında üç kez Başbakanlık görevinde bulunan Andreotti’nin bakış açısından ilerleyen film, hiçbir zaman yasal olarak kanıtlanamayan çıkar ilişkileri ve faili meçhul cinayetler üzerinden bizleri Andreotti’nin iç dünyasına doğru bir yolculuğa çıkarıyor. Bu yolculuk sırasında yönetmen, Andreotti’nin mafya, bankacılar, iş adamları ve medya mensupları arasındaki ilişkilerini birer birer açıklarken; bir yandan da Andreotti’nin yalnızlığını ve vicdani hesaplaşmalarını da ekrana yansıtıyor. İşte bu noktada, filmde ciddi bir etik sorun gündeme geliyor. İtalya’da sık sık Sezar’la mukayese edilen ve Sezar’a verilen “tanrısal güç” anlamında kullanılan “Il Divo” lakabıyla anılan Andreotti’nin yaptıklarına karşılık aslında en büyük cezayı yalnız kalarak ödediği gibi bir izlenim oluşuyor. Her ne kadar bütün davalardan bir şekilde aklansa da, arkasında yüzlerce “açıklanamayan” olay bırakan Andreotti’nin sistemin zaaflarından yararlanarak istediğini yapması ve yaptıklarına bir kılıf uydurması, bir şekilde onun ne kadar zeki ve becerikli biri olduğuyla geçiştiriliyor. Andreotti’nin ne kadar zorba bir devlet adamı olduğunu kabul eden ve bütün çıkar ilişkilerini açık eden yönetmen, son kertede bizleri de insan olarak Andreotti’nin durumuyla bir özdeşleşme içine girmeye zorluyor. Dinamik kamerası, bol kesmeli video klip estetiğindeki mizansenleri, sıçramalı kurgusu ve hikayenin dramatik yanını vurgulayan yerinde müzik seçimleriyle Andreotti hükümetinin yaptığı yasadışı faaliyetleri çarpıcı bir şekilde açıklayan yönetmen, buna karşılık dramatik olarak da seyircileri Andreotti’nin aslında acınası bir halde olduğuna inandırmaya çalışıyor.
Son derece çarpıcı ve stilize anlatımıyla göz dolduran Il Divo, yönetmen Sorrentino’nun Andreotti’ye yaklaşımı ve derin saygısı yüzünden etik olarak sorunlu bir yerde duruyor. Bu filmin kahramanı Andreotti değil de, Mussolini olsaydı belki ortalık ayağa kalkardı. Ama baş kahramanın hiçbir zaman bir suçtan dolayı hüküm giymemesi Il Divo’nun bir yerde etik olarak tartışılmasını da zorlaştırıyor. Buna rağmen, yönetmen Sorrentino’nun Andreotti’ye olan saygılı yaklaşımı tartışılması gereken bir husus olarak önümüzde duruyor.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com