Dogma 95 akımında Lars Von Trier’in en büyük yardımcılarından ve destekçilerinden biri olan Thomas Vinterberg, bugün Danimarka sinemasının en yetenekli yönetmenlerinden biri olarak görülüyor. Daha ilk mezuniyet filmiyle bile “gelecek vadeden” bir yönetmen olduğunu gösteren Vinterberg, çeşitli kısa filmler ve televizyon çalışmaları dışında 5 uzun metrajlı film çekti. Mezuniyet filmi “Last Round”la, 1993 yılında Münih’te düzenlenen Uluslararası Mezuniyet Filmleri Festivali’nde hem “Jüri Ödülü”nü hem de “En İyi Genç Yetenek” ödülünü kazanan yönetmen, bu filmden üç yıl sonra ilk uzun metrajı olan “The Biggest Heroes” filmini yönetti. Kadrosunda Thomas Bo Larsen, Ulrich Thomsen ve Paprika Steen gibi Danimarka’nın önemli oyuncularını bulunduran bu komedi-dram türündeki filmde, dibe vurmuş iki karakterin üvey babasından kaçan 12 yaşındaki bir kızla birlikte İsveç’e doğru yaptıkları kaçış yolculuğunu anlattı. Daha önce çektiği kısa filmlerde de “junkie”lerin hayatlarından bölümler aktaran Vinterberg, hikâyesini bir yol filmi şeklinde verdi. Ulrich Thomsen ve Thomas Bo Larsen’in uyumlu oyunculuğuyla övgü alan film Danimarka’da sevilen bir yol filmi oldu.
İddiasız ve garantili bir çıkıştan sonra yönetmen, kurucu üyelerinden olduğu Dogma 95 akımının da ilk çıkış filmi olan “Festen”e imza atar. Lars Von Trier ile birlikte Paris’te Erdem Yemini adını verdikleri manifestoyu tüm dünyaya ilan eden ikili, yeni bir dalga yaratmak ister. Ama yönetmenleri pek çok konuda sınırlayan ve onların özgünlüğünü engelleyen maddelerle dolu olan manifesto, Lars Von Trier’in yönettiği “The Idiots”la ironik bir biçimde ilk defa delinmeye de başlar. Çekimleri “The Idiots”la eş zamanlı ilerlemesine rağmen yine de ilk Dogma filmi olarak Vinterberg’in yönettiği “Festen” kabul edilir. Yönetmen, “Festen” filmiyle Cannes’da “Jüri Ödülü”nü kazanır. Bunun dışında film hem Oscar’a aday olur hem de pek çok bağımsız festivalde ödül kazanır. Babalarının 60. yaşını kutlamak için doğum gününe gelen çocukların hasır altı edilmiş bir gerçeği gecikmeli de olsa itiraf etmeleriyle aile içi trajedi yaşanır. Bu aile burjuva ailesi olunca çarpık ilişkiler, burjuvanın ikiyüzlülüğü, çürümüşlüğü ve ırkçılığı gibi konuları da beraberinde getirir. Pişkince ortadaki bu yüz kızartıcı duruma karşı koymaya çalışan baba figürü ise burjuvanın umarsızlığının ve çürümüşlüğünün canlı kanıtıdır. Finalde dahi tam çözülmeyen, katı, burjuva değerlerine sıkı sıkıya bağlı ve hayatını bir şölen gibi yaşayan, bu şölenin de ne olursa olsun devam etmesi gerektiğine inanan güçlü baba figürü burjuvazinin içten çürümüşlüğüne karşın dışarıdan sapasağlammış gibi görünen duruşunu da yansıtıcı bir rol oynar. Burjuva hiçbir durumda utanmaz ve şok olmaz, onlar için şölen her koşulda devam eder.
Bağımsız sinemanın ve festivallerin vazgeçilmezlerinden olan Dogma, hem kurucularının bağımsız projelerine daha fazla vakit ayırmalarından hem de yeteneksiz yönetmenlerin Dogma’yı ünlü olmak adına araç olarak kullanmalarından dolayı zayıflar. Öte yandan bu durumu Dogma’nın kurucuları da onaylar ve hâlâ gerçek bir Dogma filmi çekilmediğini söyler. Dogma teknik olarak yansıtılsa da yeni bir dalga yaratılamamıştır. Bunda kısıtlayıcı ve ironik erdem yeminleri de etkilidir. Lars Von Trier kendi ağzıyla bazı maddelerin paradoksal olduğunu ve bunları uygulamanın imkânsız olduğunu belirtir. Vinterberg, Dogma’dan sonra ülkesinde televizyon filmleri çeker ve 2003 yılında Hollywood’a gider. Burada Sean Penn, Claire Denis ve Joaquin Phoenix’li “It’s All About Love” filmini yönetir.
“Festen” de dâhil pek çok önemli filmin senaryosunu yazan Danimarkalı Mogens Rukov’la birlikte filmin senaryosunu yazan Vinterberg, bir aşk hikâyesi üzerinden insanların değişen algılarını ve dünya düzenini eleştirme şansı yakalar. İnsanlar başkalarının kurgulanmış ve ideal yaşam tarzı gibi gösterilen hayatlarına o kadar dalmış durumdadır ki sevgiyi, yakınlığı ve birbirleri arasındaki o sıcak bağı koparma noktasına gelmiştir. Bu noktadan yola çıkarak yönetmen Vinterberg, John ve Elena’nın aşk öyküsüne eleştirel bir alt metin ekler. John ve Elena’nın aşk öyküsü de başlarda bu insanlardan farklı değildir aslında. Onlar da birbirlerini sevmelerine rağmen bu kaos ortamında birbirleriyle olmaktan hep kaçınmışlardır. Tıpkı diğer insanların birbirleriyle konuşmaktan ve iletişime geçmekten kaçınmaları gibi… Akılları başlarına geldiğinde ise iş işten geçer. Günümüz insanının yabancılaşmasını, uçan Ugandalılar, her yanda yatan ve umursanmayan ölü insanlar, Temmuz’un ortasında yağan kar gibi çeşitli metaforlarla anlatan Vinterberg, değişen dünya düzenine de eleştirisini kendince yapma fırsatı yakalar. Bu eleştiriyi yapmak için seçtiği yerin Hollywood olması da ayrıca ilgi çekicidir.
“It’s All About Love”dan sonra Vinterberg yeniden Lars Von Trier’le ortak bir projeye imza atar. Senaryosunu Trier’in yazdığı “Dear Wendy”, Trier’in de isteğiyle Vinterberg tarafından beyazperdeye uyarlanır. Trier’in “Dogville” ile başlayan ve “Manderlay”le devam eden, Amerikan toplumu üzerine eleştirilerini “Dear Wendy”de de görmek mümkündür. Özellikle 11 Eylül saldırılarından sonra gittikçe artan insanları sindirme ve bir korku kültürü yaratma üzerine mevcut iktidarın söylemlerine Trier kendi üslubuyla bir göndermede bulunur. Filmde, “başıma bir şey gelir” korkusundan dışarıya çıkamayan yaşlı kadın hayatta kalmak için gerektiğinde bir polisi bile gözünü kırpmadan öldürür. Bu da yaratılan korku kültürünün silahlanmayı arttırdığını ve insanların kendilerini korumak için kendilerini savunmaları gerekebileceğini alegorik bir biçimde gözler önüne serer.
Yönetmen Thomas Vinterberg filmle ilgili olarak: “Bu filmin klasik (anlamda), insanı düşünmeye sevkeden bir dram olduğunu düşündüm önce. Sonra da Batı dünyasının çoğunun kendini silahlara sahip olan barışçılar gibi gördüğünü de düşündüm. Bu film için çalışmalar başladığından bu yana, silah sevgisi hakkında rahatsız edici duygular ve düşünceler aklımdan çıkmıyor,” der. Filmin en kritik noktalarından biri de silahların insanlara güç veremeyeceği ve silahla barışın getirilemeyeceği gerçeğidir. Bu da sadece Amerika’nın politikalarına değil, filmin bütün dünyaya bir eleştirisidir aslında.
Son dönemde pek çok önemli Danimarka filminin prodüktörlüğünü yapan Morten Kaufmann önderliğinde hayata geçirilen “A Man Comes Home”, yönetmenin “Festen” filmini hatırlatır. “Festen”deki gibi burjuva bir aile olmasa da, film pek çok konuda oldukça rahat davranan bir ailedeki baba ve oğul karakterlerinin hayatlarına yoğunlaşır. Yönetmen, aile kavramını anlatım olarak “Festen”e benzer şekilde, bir komedi filmi malzemesi hâline getirir. İntihara meyilli babası, lezbiyen annesi ve kendisini seven iki güzel kız arasında kalan kekeme Sebastian’ın hikâyesi hem gülünç hem de ibret vericidir. Ama hikâyenin genel çatısının çok zayıf, filmdeki karakterlerin de hiçbir şekilde inandırıcı olmayışı nedeniyle film çok yüzeysel kalır. Kaba ve tuhaf bir güldürünün ötesine geçemeyen “A Man Comes Home”, yönetmenin takipçileri için büyük bir hayal kırıklığıdır.
Henüz kırk yaşında olmasına rağmen kariyerine önemli atılımlar yaparak devam Vinterberg, Danimarka sinemasının geleceğinde de önemli işlere imza atacak gibi gözüküyor. Lars von Trier kadar uçlarda olmayan ve insanları rahatsız edecek hikâyeler yerine çoğu zaman daha sade ve genele hitap edecek hikâyeler anlatmayı seçen yönetmen, kimi zaman da ülkesinin sınırları içinde kalmayı tercih edebilecek kadar mütevazı. “Festen”de olduğu gibi İskandinavya’nın önemli oyun yazarlarından Norveçli Henrik Ibsen ve İsveçli August Strindberg’ün etkisini de filmlerinde hissettiğimiz ve toplumsal gerçekçi bir arka planı da hiçbir zaman yadsımayan yönetmen, ileride “Festen” ayarında bir filme imza atar mı, bilinmez ama yine de kariyerinde önemli filmlere imza atacağı su götürmez. 2010 yılında vizyona girmesi öngörülen “Submarino” şimdilik yönetmenin son projesi. Jonas Bengtsson’un, iki kardeşin hayatını anlattığı yine toplumsal gerçekçi bir arka planı olan kitabından uyarlanacak film, yorumlara bakılırsa sert bir hikâyeye sahip. Yönetmenin hikâyeyi nasıl yorumlayacağı ise merak konusu.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com