Yugoslav yönetmen Emir Kusturica sinemaya olan tutkusunu bu sözleriyle aktarıyor. Avrupalı yönetmenler için doruk noktası sayılabilecek Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye’yi iki kere kucakladığını düşününce (Bu başarıya Francis Ford Coppola ve Bille August dâhil 6 yönetmen ulaştı.) neden bu ifadeyi kullandığı aşikâr. Kusturica auteur yönetmen kimliğinin yanı sıra basgitar da çaldığı “No Smoking Orchestra” balkan-punk grubuyla da dünyayı geziyor, bazı filmlerinin müziklerini besteliyor. Sırp milliyetçisi olarak adlandırılan politik duruşuyla da her daim tartışmalara ve eleştirilere konu olan yönetmen, Avrupa Sineması’nda kendine has üslubuyla büyük bir hayran kitlesi yaratmış durumda. Şimdi okuyacaklarınız ise Balkanları ve özellikle çingene kültürünü kendi gözünden beyaz perdeye aktaran, bunu her saniyesi en ince detayına kadar ustalıkla kotarılmış görüntüler eşliğinde izleyiciye sunan, birbirinden şenlikli filmlerin yaratıcısının hikâyesi…
Emir Kusturica 24 Kasım 1954’de Bosna-Hersek’in bugünkü başkenti Saraybosna’da doğdu. Kökleri Ortodoks Slavlık’tan gelme olan Emir’in babası Bosna-Hersek İstihbarat Bakanlığı’nda çalışan komünizm yanlısı bir Müslüman idi. Yönetmen büyüdükçe babasıyla siyasi görüşleri konusunda ayrı düşmeye başladı. Genç adamın hayatının geri kalanını şekillendirecek belki de en önemli yol ayrımı, tam da bu yıllarda arkadaş çevresinde yaşadığı politik eksenli tartışmalar sonucunda karşısına çıkıverdi. Saraybosna’da günlerinin çoğu sinemada geçen Emir’i ailesi çevreden uzaklaştırmak için Çekoslovakya’ya, Prag’ın saygın sinema okulu FAMU’ya gönderdi. Çek Sineması’nın iki usta yönetmeni Miloš Forman ve Jirí Menzel’in mezun olduğu okulu pek benimsemese de teorik anlamda kendini geliştirdi ve başarılı birkaç kısa film (Nevjeste Dolaze, Guernica, Bife ‘Titanik’) çekti. Babasının yönetmen bir arkadaşının yanında işin mutfağında da çalışma fırsatı bulan genç sinema öğrencisi ülkesine döndüğünde bir film yönetmek için tüm nitelikleri bünyesinde birleştirmişti. Çocukluğunun geçtiği Saraybosna’da orta sınıf bir ailenin çocuğu olan Emir, çingenelerin arasında onlara duyduğu hayranlıkla büyümüştü. Onların yaşamı olduğu gibi kabullenişleri, eğlenceye, müziğe, dansa düşkünlükleri, tutkulu, güçlü ve iyimser mizaçları sürekli ilgisini çekiyordu. Aynı zamanda çingenelerin tarih boyunca batılılar tarafından sürekli ayrımcılığa uğradığını, aşağılandığını düşündüğünden sinemasını onların yaşamları üzerine inşa etti. Amerika’ya kadar gidip çektiği Arizona Dream’e bile kıyıdan köşeden dâhil etti çingenelerin yaşamını. Gelmiş geçmiş en iyi “görüntü yaratıcıları”ndan sayılan Emir Kusturica filmlerinde sıklıkla rastlanan öğelerden olan futbol, uçan objeler, çeşit çeşit hayvanlar, film içindeki filmler, düğünler ve özellikle neredeyse filmin tamamına yayılan balkan ezgileri onu benzersiz kılar. Ruh hali ve fikirleri, filmlerinin atmosferi gibi karmakarışık, gel-gitlerle dolu, mantıklı olmaktan ziyade hayalperest olan Kusturica’yı anlamak için en doğru yol elbette filmografisinden geçer.
Emir Kusturica’nın Avrupa Sineması’na ilk adımını, 1981’de kameraya aldığı Sjecas li se Dolly Bell (Dolly Bell’i Hatırlıyor Musun) ile attı. Venedik Film Festivali’nde Altın Ayı’ya layık görülen film savaştan henüz yaralarını almamış 60’ların Saraybosna’sını fon alıyor. On altı yaşındaki Dino’nun (Slavko Stimac) gözünden dönemin tasvirini yapan film bazı noktalarda otobiyografik özellikler de taşıyor. Ne kadar içkili gelirse gelsin her gün evde komünizmin gereğince, aile üyelerinin katıldığı –son kararı babanın verdiği(!)- toplantılar yapan bir babanın oğlu olan Dino zaman içerisinde arkadaş çevresindeki serserilerden etkilenerek küçük suçlar işlemeye başlar. Halkevlerinden görevlilerin bu çocuklara meşgale vermek için bir rock’n roll grubu kurmalarıyla Dino yeni deneyimlere yelken açar. Onu en çok etkileyecek olay ise gece klüplerinde dans eden fahişe Dolly Bell’e âşık olmasıdır. Senaryosunu Boşnak şair Abdullah Sidran’ın yazdığı film, sade anlatı yapısı ile Dino ve ülkenin değişimlerine paralel ilerler. Ana karakterin sıkça tekrarladığı “Gün geçtikçe daha iyiye gidiyorum.” repliği filmin iyimserliğine de örnek teşkil eder. Emir Kusturica ilk filmiyle uluslararası başarı sağladıktan sonra vites büyüterek Cannes’ın kapılarını aralamaya soyunur.
1948’de Tito ve Stalin’in düştükleri ayrılığın Yugoslav halkı üzerinde yarattığı şaşkınlık, baskı ve korku, Malik’in üç kuşaktan ailesinin bireyleri üzerinden yansır izleyiciye Otac na sluzbenom putu (Babam İş Gezisinde)’da. Yine senaryosunda Abdullah Sidran imzası bulunan film Dolly Bell’e benzer bir yapıdadır. İleride Kusturica’nın bir numaralı aktörü olacak Miki Manojlovic’in canlandırdığı kadın düşkünü, alt kademe bürokrat Mesha gazetede yayınladığı politik bir karikatür sebebiyle tutuklanır. Oğlu Malik’e ise babasının iş gezisinde olduğu söylenir. Çocukların hayata olan saf bakışlarını dingin ve hümanist bir tavırla tarihten kesitler sunarak anlatır Kusturica. Filmin geneline sinen hüzünlü yapıya rağmen ayrıntılarda yakalanan ironik öğeler yönetmenin komedi anlayışı hakkında aydınlatıcıdır. Yaşadıkları tüm sorunlara rağmen ayakta kalmaya çalışan aile, Malik’in dış sesiyle anlatılır. Beklenmedik bir şekilde Cannes’da Altın Palmiye kazanan film, yönetmenin kariyerini aydınlatır. Ödülün ardından yüksek bütçeli film teklifleri alan Kusturica bir süre kendini müziğe verdikten sonra çingenelere döner yüzünü. Bir süre yaşam tarzlarını gözlemledikten sonra onlar hakkında bir film çekmeye karar verir. Kusturica’nın “Balkanların Fellini’si” lakabını alacağı olgunluk dönemine geçiş filmidir aynı zamanda bu karar…
Yıllarca anneannesi tarafından büyütülen Perhan, Azra’ya sırılsıklam âşık olur. Makedonya’nın varoşlarında akordeonu ve hindisiyle süregiden basit ve saf hayatını bu uğurda bırakarak, mafya olan Ahmed’in yanında çalışmaya başlar. Amacı parasını biriktirip, Azra ile ilgili kurduğu hayallerine ulaşmaktır. Kusturica’nın ana karakterlerinin sırtına yüklemeyi sevdiği küçük pis işlerle para kazanmaya çalışan Perhan (Babam İş Gezisinde’nin ağabeyi Davor Dujmovic) Milan’a kadar gider. Yalnız karmaşıklaşan işler, kirlenen hayat Perhan’a bir gömlek fazla gelir. O hayalleri için çabalar, zaten “Hayalleri olmayan bir çingene niye yaşasın ki?” diye düşünür, cevabını ona gerçek(üstü) hayat verecektir. Bir yol filmi olduğu kadar Ahmed-Perhan ikilisinin andırdığı Don-Vito Carleone’den dolayı mafya filmi, aynı zamanda dramatik bir aşk hikâyesi… Filmin en etkileyici yanlarından birisi kuşkusuz Goran Bregovic’in müzikleri. Kusturica ile birliktelikleri ileride devam edecek olan müzisyen, Talijanska’nın eşliğinde Perhan’ın anneannesine yazdığı mektupta, Ederlezi ile kutlanan Hıdırellez’de izleyicinin zihnine sahneleri notalarla adeta kazır. Çingenelerin kendi dillerindeki konuşmalarıyla ve amatör oyuncularla çekilen film karamsar yapısıyla, Kusturica filmografisinin en dramatik parçasıdır. Çingenelerin Zamanı’ndan sonra Miloš Forman’ın davetiyle Columbia University’de ders vermek üzere Amerika’ya gider. Öğrencisi David Atkins’in kaleme aldığı “Amerikan Rüyası” kavramını irdeleyen senaryoyu çekmeyi kabul eder, evden uzakta İngilizce çektiği Arizona Dream, Yugoslavya’da patlak veren iç savaş sebebiyle Kusturica’ya zor günler yaşatır.
Johnny Depp, Faye Dunaway ve Lili Taylor gibi ünlü oyuncularla çekilen film, balıkları sayarak hayatını kazanan Axel’in, amcası Leo tarafından Arizona’ya davet edilmesi sonrasında ister istemez içine düştüğü Amerikan Rüyası ile mücadelesidir. Leo’nun ısrarlarına rağmen araba satmayı bir türlü kabullenemeyen Axel, bir gün tanıştığı ve hayatının bir değişime daha uğramasını sağlayacak iki genç kadınla yaşamaya başlar. Hayalleri olanların öyküsüdür Arizona Dream. Kaplumbağaları ve balıklarıyla Lili’yi büyülü bir simgesellikle hikâyeye yediren Kusturica aktör olmak isteyen Paul sayesinde Hitchcock’a, Scorsese’ye ve Coppola’ya özentilikten uzak bir mizahla kurguladığı sahnelerle saygı duruşunda bulunur. Çekimler sırasında ülkesinden kilometrelerce uzakta aldığı savaş haberi, zaten hassas ruhlu olan yönetmeni çok üzer. Film sonlarına doğru Bregovic’in hüzünlü ezgileri eşliğinde aşırı karamsar bir havaya bürünür, bu da Kusturica’nın filmine tutkularına ne derece yansıttığının güzel bir örneğidir. Arizona Dream Amerika’da bir süre gösterime bile girmez, Berlin’de Altın Ayı kazandıktan sonra adını duyurur. Defalarca izlenip her fark edilen ayrıntıda insanın içini titretme özelliğine sahip olan film, yönetmenden Balkan hikâyeleri dinlemek isteyen hayranları tarafından üvey evlat muamelesi görmüştür. Zaten sonrasında yaşadığı bunalımın da etkisiyle anavatanına dönen Kusturica bir ülkenin 30 yıllık tarihine kendi perspektifinden baktığı, tüm filmlerinden daha yoğun ve güçlü bir öyküsü olan unutulmaz Underground’u kameraya alır…
1941 yılında Belgrad’ı Almanlar kuşatır. Komünist Marko(Miki Manojlovic) üstün liderlik vasıflarını kullanarak bir grup insanı yeraltına indirerek direnişçilere sağlamak üzere gizliden silah üretimine başlatır. Köleler yıllar yılı gerçek dünyadan bihaber yaşar, ta ki rastlantı eseri dışarı çıkıp iç savaşın yok ettiği ülkelerini kendi gözleriyle görene kadar… İnsanlığın hırsları ve çıkarları yüzünden parçalanmış, artık sadece bir hatıra olan Yugoslavya’ya yazılan uzun bir veda mektubudur Underground. Her anına müziğin işlendiği, etnik olarak birbirinden farklı insanların bazen kavga gürültü bazen sevgi içinde yaşadığı, doğaya kucak açmış bir ülke… Bu ülkedeki iç karışıklık ve savaş ise, Tunca Arslan’ın da belirttiği üzere, adeta kardeş kavgasıdır. Kusturica’da bu kavgaya aile dışından kimsenin karışmasını istememektedir. Politik anlamda eleştiri oklarına tutulan film, temelde en saf duygulardan kardeşliği kutsuyor. Bu kardeşliğe nifak sokmaya kalkışan herkesi ise hedef alıyor. Neredeyse her sahnenin bir alt metin barındırdığı, kurgusal karakterlerin gerçek kurumlara ve insanlara göndermeler içerdiği, görsel ve işitsel bir curcunayı da yine genel tarzı olan iyimserlikle anlatıyor. Görüntü yönetmeni Vilko Filac’ın yeraltındaki hapsedilmiş ama farkında olmayan insanları ustalıkla kameraya alan kompozisyonları, Goran Bregovic’in her zamanki gibi kıpır kıpır, hikâyenin sırtını dayadığı müzikleri (Açılıştaki Kalashnjikov pek manidardır.) ile üç saatlik bir şölene dönüşen Underground Emir Kusturica’ya Cannes’da ikinci Altın Palmiye’yi kazandırır. Ödülün ardına filmi henüz izlememiş felsefeci Alain Finkielkraut’un Fransız gazetesi Le Monde’de Kusturica’yı Sırp Milliyetçiliği yapmakla suçladığı yazı ve ardına gelen tartışmalar yönetmeni sinemayı bırakma kararına kadar vardırır. Böylesine üretken bir sanatçı için sinemayı bırakmak zorlayıcı olsa gerek. Emir Kusturica üç yıl sonra politikadan olabildiğince arınmış (her ne kadar gizliden mesajlar barındırsa da), kendi deyimiyle “evrensel karmaşa”yı bir aşk hikâyesi ışığında dillendirdiği Crna macka, beli macor (Kara Kedi, Ak Kedi) ile sinemaya kesin dönüş yapar.
Küçük mafya işleriyle ilgilenen Matka, Dadan’a borçludur. Dadan ise evde kaldığını düşündüğü kızının evlenmesini ister. Bunun üzerine kızı Afrodita’yı, Matka’nın oğlu Zare ile evlendirmeye karar verir. Oysa Zare hayatının aşkı Ida’yı, Afrodita ise beyaz atlı prensini beklemektedir. Tüm problemlerin çözülmesi için herkesin biraraya geldiği bir akşamüstü yeter de artar bile. 1978’de çekilen The Deer Hunter(Avcı)’daki efsane “düğün” sahnesini kırar geçirir Kusturica, film neredeyse düğünle eşzamanlı akar. Her an karmaşanın hâkim olduğu olağanüstü planlar içinde kazlar, kediler, çalgıcılar, birbirinden ilginç karikatür gibi karakterleriyle görüntü yaratma ustası olan yönetmenin tarzına son derece uygundur. Diğer filmleri gibi politik söylemler ön planda olmasa da Alman plakaları ve domuzun arabayı Yugoslavya haritasına benzer bir şekilde yemesi gibi sahnelerde inceden göndermeler yapmıştır. Başladığı andan sonuna kadar estirdiği büyülü havayla, No Smoking Orchestra’nın en az Bregovic kadar etkileyici müzikleriyle, dinmek bilmeyen temposuyla izleyenler için bir umut diyarını, bitmeyen bir türküyü, insan doğasının siyahtan çok beyaz tarafını anlatır.
Böylesine şamatalı, sürreel, politik duruşa sahip filmlerin yönetmeni nasıl bir belgesel çeker diyenleri Kusturica’nın 2001 yılında çektiği Super 8 Stories (8 Süper Hikâye) filmi epey tatmin etmiştir eminim. Yönetmen, Kara Kedi, Ak Kedi’nin müziklerin birlikte yaptığı “No Smoking Orchestra”nın yol hikâyesini arkadaş çevresini kameraya alan birinin sıcaklığıyla, ama o titiz sinematografisinden taviz vermeden anlatıyor. Daha çok Kusturica’nın sıkı takipçilerinin seyir şansı bulduğu, ülkemizde gösterime girmeyen filmin ardına bu sefer Türkiye’de vizyon şansı bulan son filmi Zivot je Cudo(Bir Mucizedir Yaşamak) filmi için kamera arkasına geçti.
1992 Bosna’sı. Yıllarca uğraştığı demiryolunu nihayetlendirmeye çalışan baba Luka, opera sanaçtısı olmak isteyen anne Jadranka ve futbolcu olma hayalleriyle yanıp tutuşan oğulları Milos trajediden uzak bir hayat sürmektedirler. Ülkede patlak veren savaşın neticesinde bu hayaller yerle bir olmanın eşiğine gelir. Oysa hayata tutundukça daha tadacak ne aşklar, başarılar, eğlenceler vardır. Dramdan olabildiğince arınmış film ise tüm iyimserliği ve umursamazlığıyla “Bir Mucizedir Yaşamak” der. Şamataya bulanmış bir Romeo&Juliet hikâyesini, savaşın yıkımıyla dalga geçerek anlatır. Gün geçtikçe Kusturica yaşadığı diyarın geçmişine daha olgun bakışlar atar, olan biteni kafasında tartar, güçlenen kamerasıyla meydan okur yine “kışkırtmacı” olmakla suçladığı batılılara. Bir de müziklerde, işin üstadı Goran Bregovic’e geri dönse… Yine kendisinin imzası olan filmin müzikleri eski filmlerindeki gibi hikâyeyi taşıyıcı unsurunu biraz kaybetmiş görüntüsü çizer bu filmde. Bombaların yağdığı evde reçelle taşları yapıştırıp satranç oynamaya çalışan insanlar, kurşunların arasında aşklarını doyasıya yaşayan sevgililer… Farklı etnik köken ve dinlerden insanların birarada, orkestral bir uyumla süregiden öyküsü ete kemiğe bürünür. Geçmişten bugüne getirdiği sinema tarzını çok değiştirmeden yine kaos ortamları yaratan, hayvanları filme neredeyse oyuncular kadar dahil eden, müzik eşliğinde klip tadında sekanslar yaratan Kusturica’nın en olgun filmlerindendir Life is a Miracle. Bazı kesimler tarafından artık kendini aşırı tekrar etmekle suçlanan yönetmen, teorik anlamda bir auteur’den beklenenleri layığıyla karşılamaktadır.
Yönetmen Life is a Miracle’dan bir yıl sonra farklı kıtalardan yedi yönetmenin çektiği yedi kısa film ile ( Spike Lee, John Woo, Ridley Scott…) Unicef’in finanse ettiği All the Invisible Children projesine katıldı. 26. İstanbul Film Festivali’nde “Görünmez Çocuklar” adıyla gösterilen film, yedi çocuk kahramanın gözünden hüzünlü mü hüzünlü hikâyeler anlattı. Kusturica’nın kısası Blue Gypsy(Mavi Çingene)’nin pek çok festivalde en beğenilen kısa olduğunu ise hatırlatmamak olmaz sanırım. Hayranlarının ağızlarına bir parmak acı bal çalan Kusturica, Maradona biyografisi yapmaya başladığında, herkeste bir merak ve şaşkınlık oldu. Filmlerinden anlayabileceğimiz gibi futbol aşkıyla yanıp tutuşan yönetmen, Dünya futbolunun en büyük ismi olarak görülen Diego Maradona’nın hayatıyla yakından ilgiliydi. 2008’de montajının tamamlanıp, gösterime gireceği söylenen filmde Kusturica üç ayrı Maradona keşfetmiş. Bir futbol öğretmeni, ABD’nin tek taraflı politikasına her daim ayrı düşmüş bir vatandaş ve bir aile babası. Futbolcunun alkol sorunlarını içeren dönemine odaklanmayan filmin, bugüne dek yapılmış en etkileyici “futbolcu belgeseli” olacağı su götürmez bir gerçek.
Yer yer ağır politik görüşleriyle, yer yer içindeki “insan olmanın verdiği iyimserlik” ile kitleleri kendine çeken Emir Kusturica film çektiği sürece Avrupa Sineması’nın tepesinden inecek gibi görünmüyor. Kendine güveniyle ve fikirlerinin arkasında duruşuyla ilgili en meşhur anısı 15 yıl önce aşırı milliyetçi Volislav Šešelj’i Belgrad’ın orta yerinde öğlen davet ettiği düello göze çarpıyor. Šešelj bu teklifi “bir sanatçının ölümüne sebep olmayı istemediğinden” reddediyor. Filmlerindeki kara mizah esinlenmelerini aynı okuldan mezun olduğu Jirí Menzel’den etkiler; yarattığı atmosferlerdeki kargaşa dolu tasvirler, Avrupa Sineması’nda pek benzeri bulunmayan Federico Fellini havası taşır. Aynı zamanda filmlerinde refere ettiği Alfred Hitchcock ve Andrei Tarkovski favori yönetmenlerindendir. Her ne kadar endüstriyel Hollywood Sineması’nı fırsat buldukça dışlasa da John Ford ve Martin Scorsese’nin sinema eğitiminde önemli yer sahibi olduklarını kabul eder ve filmlerinde sık sık sevdiği isimleri anar. Tam bir sanatçı olmanın hafifliğiyle sinema, edebiyat ve müziğe olan tutkusuyla üretkenliğini ve heyecanını hiç kaybetmeyen Yugoslav yönetmen, eminiz ki yüreğinde henüz anlatmaya fırsat bulamadığı pek çok hikâye saklı ve gücü yettiğince insanları birkaç saatliğine günlük hayattan koparan gerçeküstü şölenlerine devam edecek.
Yiğitalp Ertem
yalpertem@gmail.com