Taraf olmadan taraflara bakabilmek…
Toplumsal baskının ağır, cemiyet ilişkilerininse kuvvetli olduğu Türkiye gibi görece daha geleneksel toplumlarda farklı dinlere mensup kişiler arasında oluşan duygusal yakınlıkları anlatan hikayeler hep ilgi çekici olmuştur. Din olgusu üzerinden cemiyet ilişkilerinin kurulduğu ve dinin sadece bireyin manevi dünyasını değil, aynı zamanda toplumsal yaşama alışkanlıklarını da değiştirdiği yerlerde oluşan toplumsal önyargıların katılığı, farklı dinlere mensup kişiler arasındaki ilişkilerin de daha fazla üzerinde durulmasına sebep olur. Toplumun dini konulardaki önyargısı ve katılaşmış bakış açısı, Takva (2006) örneğinde olduğu gibi çoğu zaman içinde din olgusuna yer veren filmlerin sinemasal yanları yerine, sadece içeriklerinin tartışılmasını beraberinde getirir. Bu açıdan içinde dinle ilgili herhangi bir meselenin ya da din görevlisi bir karakterin olduğu filmler daha başlamadan önce seyircinin kafasında şekillenmeye müsaittir. Toplumsal önyargıların bireyin düşüncelerini manipülatif bir şekilde etkilemesi tehlikesinin yanında, bu tür filmlerin önyargıları yıkmak ya da altlarını oymak adına gösterecekleri çabalar da filmin tam tersi şekilde bir önyargı oluşturmasına sebebiyet verebilir. Din üzerinden insanları sömürenleri ve bunun ne kadar ahlaksız bir davranış olduğunu göstermek isteyen bir hikaye, kolayca fazla ahlakçı ve didaktik bir yöne kayabilir. Bu yüzden, içinde toplumsal önyargılarla ilgili meselelerin olduğu hikayeler anlatmak bir yandan da iki ucu sivri bir bıçak özelliği taşır.
Uzak İhtimal’in en büyük artılarından biri kuşkusuz başta yönetmen Mahmut Fazıl Coşkun olmak üzere, filmin senaristlerinin ellerindeki çift uçlu bıçağa olan hakimiyetleri. Filmin hassas zemininin farkında olan film ekibi, filmdeki hikayenin hiçbir zaman dini nedenlerin boyunduruğu altında kalmasına müsaade etmiyor. Bir müezzinle bir rahibe adayı Hıristiyan kadınının arasında başlayan adını kolayca koyamadığımız duygusal yakınlık dini nedenlerden dolayı sekteye uğramıyor. İkili, farklı dinlere mensup olsa da mensup oldukları dinler ikilinin önünde bir set gibi durmuyor. Ama zaman zaman alaycı diyaloglarla bu konudaki toplumsal önyargılardan da haberdar ediliyoruz. Belki ikili hiçbir zaman birleşmiyor; ama birleşme yönünde bir karar alsalar, onları nelerin beklediğini de az çok tahmin edebiliyoruz. Bu yönden, Uzak İhtimal toplumsal önyargıların uzağında bir hikaye anlatsa da, toplumsal önyargıları seyirciye hissettirmeyi başarıyor. Bir taraf olmadan, tarafların olası önyargılarını izleyiciler nazarında açık ediyor.
Bakış açısının olgunluğuna ve duruluğuna karşın, filmin birtakım eksiklikleri de göze çarpıyor. Öncellikle hikayenin bütün uçları ikili arasındaki isimsiz yakınlık gibi sürüncemede kalıyor. Film, bir hikaye anlatmaktansa; farklı dinlere mensup iki karakterin aynı apartmanda yaşadığı belirli bir dönemden kesitler sunmakla sınırlı kalıyor. Oysa hikayede farklı farklı pek çok ilginç ve dikkate değer nokta var. Gelgelelim bu noktalar bir türlü birleşmiyor ve tam olarak yerlerine oturmuyor. İkilinin birbirine yaklaşıp birbirini teğet geçmesi gibi, film de pek çok noktaya temas ediyor ama neticede hiçbir şey temasın ötesine geçmiyor. Filizlenen tohumlar bir türlü olgulaşamıyor.
Galata’da bir müezzinle bir rahibe adayının kapı komşusu olması, aynı köşenin iki farklı kenarını paylaşması, daracık bir asansörü ortaklaşa kullanmaları ve aynı derecede kadın-erkek ilişkisine uzak kalışları aslında inançlarından dolayı mevcut toplumsal önyargılar ışığında ayrışan ikiliyi birleştiriyor. Belki başından beri birlikte olmaları uzak bir ihtimal, ama yine de birlikte ve birbirinden farksız bir şekilde yaşıyorlar. Yönetmen Mahmut Fazıl Coşkun, bu noktada iki karakterin örtüşmesi gibi iki farklı dini de bir paydada örtüştürmeyi başarıyor. Dinlerin farklılıklarına ironik bir şekilde yaklaşarak, bir yandan da toplumsal önyargıların altını oyuyor. Örneğin, camide müezzinin tespih çektiği sahnede; aynı araç –birinin başında haç işareti var- kullanılarak yapılan aynı eylemin toplumsal hayatta algılanış şeklindeki farklılıklar ironik bir şekilde ortaya konuyor. İki karakterin dinsel kimlikleri nedeniyle öne çıkan yanlarını ustalıkla ve titizce yontan yönetmen, bir yandan da karakterlerini toplumun bu karakterleri tanıdığı kadar seyirciye tanıtıyor. Örneğin, Galata’da eviyle kilise arasında gidip gelen bir rahibe adayının hayatı dışa ne kadar açıksa; filmde de seyircilere o kadar açılıyor. Onun hakkında hiç derinlemesine bilgi sahibi olamıyoruz. Sahaflardan bulduğu eski fotoğraflarla kendine bir aile albümü yapan genç kızın, aslında yetim olduğunu ve kilisede yetiştirildiğini bile pek çok parçayı birleştirerek öğreniyoruz. Yine de bütün öğrendiklerimiz, bize kızın yüzeyde kalan karakteri dışında bir bilgi vermiyor. Keza müezzin karakterinin de film boyunca derinden derine yaşadığı değişim süreci bir türlü somut bir hal almıyor. Başlarda kızla göz göze gelmekten bile çekinen, ama sonra onunla selamlaşmaya başlayan, birlikte yemek yiyen, geziye çıkan ve fotoğraf çektiren müezzin karakteri; yaşadığı onca değişime rağmen bir türlü değişimini somut bir şekilde ifade edemiyor. Vücut dili pek çok şeyi ifade etse de, yaşadığı durumu vücut dilinin ötesinde sözlü iletişime taşıyamıyor. Bunun altında şüphesiz müezzin karakterinin hayatı boyunca muhtemelen bir imamın oğlu olduğu için kendini kadınlardan uzak tutuşu ya da toplumsal önyargılar nedeniyle diğerlerinin ona o gözle bakışı ve onu bir şekilde kendilerinden tecrit edişi gibi önemli psikolojik nedenler de var. Üstelik utangaçlığı ve içselleştirdiği mesleki konumu haricinde, büyük bir şehre yeni gelişi ve buradaki hayata uyum sağlama aşamasında olması da hoşlandığı kıza bir türlü açılamamasının altında yatan önemli bir sosyolojik etken olarak karşımıza çıkıyor. Bütün bu açıklayıcı ve tatmin edici nedenlere karşın, filmin finali itibariyle müezzin karakterinin durumunu sözel olarak ifade edemeyişi; onun film boyunca yaşadığı dönüşümün de seyirci tarafından algılanışını etkiliyor. Belki finalde bir söz ya da daha somut bir hareket o dönüşümü daha da somutlaştırmaya yetecekken; müezzin içinde kopan fırtınalara karşın tevekkül etmeyi tercih ediyor.
Uzak İhtimal; kartpostal estetiğinden uzak, mekanların ruhunu yakalamaya dikkat eden ve onları bir görsel pazarlama ürününe dönüştürmeyen, başarılı kompozisyonlarıyla dikkat çeken görselliği ve sade ve olgun anlatımıyla ilgi çekici bir ilk film olsa da; neticede karakterleri gibi kendisi de havada kalmaktan kurtulamıyor. Karakterlerin –muhteşem oyunculuklara rağmen- yüzeysel kalışı ve aralarındaki ilişkinin muğlak oluşu, ekleme hissiyatından bir türlü çıkıp işlevsellik kazanamayan baba figürü filmin finalinin de sönük kalmasına sebep oluyor. Rotterdam Film Festivali’nde, jüri tarafından “eşsiz yaratıcılıkta” olarak yorumlansa da Uzak İhtimal; yaratıcı olmasına rağmen bu yaratıcılık ve sadelikle yetinen, ama bütün bunları kurmaca bir filmin bütününde birleştiremeyen bir ilk film.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com
ben filmin başındaki kilisede doğum sahnesinin kurguya hiçbir şey katmadığını düşünüyorum, sonuçta kadın karakterin hikayesini ilerleyen saatte babasının ağzından dinliyoruz, yani seyirci için gizemli bir başlangıç olması dışında, kadının o bebek olduğu varsayımıyla izleyiciyi başbaşa bırakıp bağlantıyı çok geç ve tekrar halinde kuruyor.<br />bir de erkek karakterlerin birlikte gözaltına