2010’un En İyi Avrupa Filmlerini Seçti.
1- The Ghost Writer
Bir film hakkında çeşitli yayın organlarında çıkmış yazıları okuyor, fikirleri dinliyoruz. Kendimiz bir şeyler karalamak istediğimizde ise mümkün olduğunca söylenmemişleri söylemeye çalışıyoruz. Roman Polanski’nin son filmi The Ghost Writer için de çok yorum yapıldı. Hemen hepsinin buluştuğu ortak nokta Hitchcock kodlarının ve soğuk savaş dönemini konu alan politik entrika filmlerinin referanslarını taşıdığı. Martin Scorsese’nin son filmi Shutter Island için yapılan yorumlar da özellikle Hitchcock ve klâsik kara film geleneklerinden nasibini aldı. Her iki usta yönetmenin de köklere bağlılığı, bu filmler için yarattıkları dil ile günümüze taşındı. Bu durum onlar için yeni değil. Hitchcock’un, Huston’un veya Friedkin’in bu işe başlayıp üretmelerinden beri bir sürü sinemacı, meslektaşlarından etkiler, alıntılar, göndermeler kullandı. Shutter Island bir dönem filmi olmasının gereklerini bu gizemli etki-alıntı-gönderme dilini kullanarak özünü yansıtmasını çok iyi başarmış bir yapım. Polanski ise The Ghost Writer ile daha güncel oluşunun ihtiyaçlarını bu eski dille buluşturmayı bilmiş bir film. Hangisinin daha zor veya kolay olduğu önemli değil.
Polanski’nin aktüel bir altyapıya serpiştirdiği referansların halen içinde bulunduğumuz politik ortamda oynanan oyunlarla iç içe geçerek yarattığı kimya, geçmiş ve gelecek arasında kurulmuş sağlam bir köprü gibi adeta. Dönem filmlerinin ya da klâsik uyarlamalarının film noir unsurlarla bütünleşmesi, atmosfer oluşumunda güncel yapımlara göre onlara biraz daha fazla avantaj sağlıyor. Kostüm, makyaj, ışık, filtre, dekor, doğal ortamlar kullanımı, geçmişte başvurulacak kaynak bolluğu sayesinde seyirciyi ilgili dönemin havasına sokmakta hiç sıkıntı çekmiyor. 2000’lere gelindiğinde ise bu avantajın eksikliği, moda akımlarının doğal farklılaşması ve teknolojik gelişmelerle daha fazla hissedildi. İronik gibi görünen bu durum aslında tam da olması gerektiği gibi gelişiyor. Zira 2000’lerde klâsik olarak gördüğümüz yapımlar bile henüz eskiler kadar demlenmedi. Eğer bir yönetmen geçmişe dönmek istiyorsa, çoğu kez o dönemin kurallarına uymak durumunda. 2000’lerin kuralları belki de tam oturmadığından işte The Ghost Writer gibi 2000’li yılların politik gerilimlerindeki modern atmosfer dahilinde göndermeler veya etkilenimler içeren, bu sayede filmin tümüyle olmasa da akılda kalıcı başarılı sahnelerle geçmişe dönmeyi mümkün kılabilen filmlerin sivrilmesi kaçınılmaz olabiliyor. Klâsik ve modernin buluştuğu noktalarda ise navigasyon cihazları, cep telefonları, LCD TV’ler, dizüstü bilgisayarlar, flash bellekler, internet, Google vs. bu kesişme noktalarına hizmet eder hale geliyorlar. Çoğu zaman karakterlerin işlerini kolaylaştırıyorlar, hatta onlar üzerinden gerilim sahneleri bile tasarlanıyor. Bu hızlılık ve sentetiklik birçok filmde insanı, onun anlık korkularını, düşünme biçimini, hata yapma doğallığını çok gerilere atıyor, öldürüyor. Oysa Polanski’nin tüm bunlara sunduğu sinemasal çözümlerin karşılığı da hep eskilerde saklı. (Osman Danacı)
Bal’ın uyku ile uyanıklık arasında, gözleri açıkken düş görmeye benzeyen sinematografik yapısı, uzun rüya sekansları, ormanın çok katmanlı mekân duygusu, Semih Kaplanoğlu’nun bir çeşit ‘düş sineması’ mantığıyla yola çıktığını gösteriyor. Kaplanoğlu, Tarkovski sinemasında olduğu gibi, sembolik anlatıma başvurmadan da hayatın doğal ve görünür gerçekliğiyle düşsel olanın anlatılabileceğini, geçmişin, içinde yaşanılan zamandan çok daha gerçek, dayanıklı ve sürekli olduğunu kanıtlayan bir sinemanın izini sürüyor. Modernitenin gündelik yaşamın dışına ittiği, görmezden geldiği seküler dışı bir alanı, bu toprakların gerçeklerine sırtını yaslayarak; görünmeyeni, akıl sır erdirilemeyeni bir şair edasıyla duyumsatıyor. Yusuf’u sıkışıp kaldığı küçük sahaf dükkânından kurtaran taşrayı veyahut doğayı idealleştirilmiş bir ‘mutluluk mekânı’ olarak değil; bambaşka bir âlem olarak varlığına kafa yorulması gereken, gelenekselle modernite arasındaki çelişkinin Türkiye’ye has bir ‘ikircikli alan’ olarak tartışmaya açıyor. Bal, büyük bir huşû ve vecd içerisinde çekilmiş hissi uyandıran benzersiz sahneleriyle izleyiciyi artık yakından tanıdığı Yusuf’un çocukluk döneminin efsunlu evrenine davet ediyor. (Çetin Baskın)
3- Dogtooth (Köpek Dişi)
Köpek Dişi kendi başının dikine giden bir aile draması; baskıcı ve sık sık da usulca rahatsız edici. Ev yaşantısının geleneksel fikirlerini ve normal sürecini fiilen yıkmış izole bir ailenin üzerinden aile içi ilişkilere bakan filmde dünyevi şeyler sık sık rahatsız edici bir düzeye çıkıyor. Yönetmen Giorgos Lanthimos geleneksel aile rollerini aynı anda hem destekliyor hem de yıkıyor. “Köpek Dişi”nde baba yine evin reisidir, çocuklarını ayrım gözetmeksizin eğitmekte ve cezalandırmaktadır. Ancak onun derslerinde tüm kurallar değiştiği için kendinizi “Alice Harikalar Diyarında”da gibi hissedersiniz.
Aile beraber yer içer ve ebeveynlerinin yıldönümünü kutlar, büyükler ve çocuklar neredeyse sürekli rekabete dayalı oyunlar oynar. Fakat ailenin akşam yemeklerinde garip, dogmatik öğretiler verilir ve hem yıldönümü partileri hem de oyunlar sırasında çocukların sergilediği davranışlar kendi yaşlarının çok altında görünürken izleyicide gerçeküstü bir his uyandırır. Belki de normallikten sapılan en ayırt edici nokta, ailenin bazen enseste de varan hiçbir cinsel sınırı bulunmayışıdır. Filmde geleneksel aile yapısı kesinlikle mevcuttur ama genç çocuklar yetişkinlerle, “baba en iyisini bilir” mantığı da deli öğretilerle yer değiştirmiş ve cinsel kurallar ortadan kaldırılmıştır.
Sinemanın geleneksel kurallarını yıkma yeteneğindeki Fransız Yeni Dalgası’na çok benzer bir biçimde “Köpek Dişi” aile kurumunu parçalıyor. Sevimli karakterler, bariz bir neden-sonuç ilişkisi ve eylemlerin ardındaki motivasyonları anlamak isteyenler için bu film son derece sinir bozucu olabilecekken geleneksel anlatı söylemlerine bağlı kalmaktan ziyade toplumsal normlarla oynayan bir film arayanlar için “Köpek Dişi” güçlü bir tercih olacaktır. (Moving Pictures Magazine)
Fransız yönetmen Sylvain Chomet’nin Sihirbaz filmi sinema aşkının ve bağlılığın gösterimi: Elle çizilen ve klasik bir anlatıma sahip animasyon, Jacques Tati’nin 1956’da yazdığı hiç yayınlanmamış bir senaryodan uyarlanmış. Bu senaryo, Chomet’nin yeni bir İngiliz havasıyla uyarlamak için izin koparmaya çalışmasına dek Tati’nin ailesi, özellikle de kızı Sophie tarafından 50 sene boyunca bilinçli olarak gizli tutulmuş. Ortaya çıkan sonuç kendine has anlatımı ve masumiyet olgusuyla son derece özgün ve ilgi çekici: Nazik, şefkatli, sıradışı ama derinlerde hissedilen duygusal bir sancının da zirvesinde. Hayao Miyazaki’nin 10 yıl önceki Ruhların Kaçışı (Spirited Away, 2001) filmi kadar sevilip sayılacağı da ortada.
Hiç kuşkusuz, bu filmin sade ve uysal temposuna izleyicinin ayak uydurması gerekiyor. Olayların iç yüzleri ve anlamlarını seyirciye dayatmayan ancak bu unsurları görüntüye dahil eden filmin temposu, sihirbazın kendi mesleğine olan inancını kaybettiği anı Chomet ve Tati bizlere gösterdiğinde aniden vites büyütüyor. Sihirbazın, küçük bir çocuğu üzüp şaşırtan uzun ve kısa kalemlerle yaptığı numarayı kasıtlı ve öfkeli bir şekilde bozmasında sarsıcı bir nokta var. Ancak gerçek sihir, yani adamın yaratmış olduğu sihir onun ardında, bizlerin burnumuzun dibinde gerçekleşiyor. Sihirbaz girift bir cevher. (Peter Bradshaw)
5- Fish Tank (Akvaryum)
15 yaşındaki Mia’nın en büyük tutkusu danstır. Dans yarışmasına katılıp kazanmak için kendi kendine çalışmaktadır. Kafasına göre takılan annesi ve arkadaşlarıyla sorunları olan Mia’nın yaşamı, annesinin eve yeni bir erkek arkadaş getirmesiyle değişmeye başlar. Yakışıklı ve karizmatik Connor, Mia için bir baba figürü olmasının yanında duygusal ve cinsel yönden de ilgisini çeker. 2010 BAFTA ödüllerinde En İyi İngiliz Filmi seçilen, 2009 Cannes’da da jüri özel ödülü alan Fish Tank, Andrea Arnold’un yazıp yönettiği ikinci uzun metraj çalışması.
Fish Tank, yönetmenin ilk filmi Red Road’a nazaran daha dinamik, dramatik ve sürükleyici bir yapıda. Yine de her iki filmin, kadın ruhunun sıkıntılı bir atmosfere hapsedilme duygusu yönünden ortak paydaları yok değil. En güçlü yanı doğallığı. Sanki bir reality izliyormuş hissi yaratması, akvaryuma benzeyen site dairelerindeki hayatların çalkantıları gerçekçi bir bakışa sahip. Seyirciyi adım adım iç burkan bir drama hazırlamasıyla, içinden çıkmak için can atılan bir akvaryumdan çıkışın da peri masalları gibi sonuçlanmayacağı yönündeki savunusunun ayaklarını yere bastırabiliyor. (Osman Danacı)
6- Die Fremde (Ayrılık)
Feo Aladağ’ın Ayrılık filmi, Berlin’de yaşayan Umay’ın evlendikten sonra İstanbul’a taşınmasını, fakat sonrasında kocasından gördüğü şiddet yüzünden yeniden ailesinin yanına dönmek zorunda kalmasını konu ediniyor. İstanbul’dan Berlin’e dönen Umay, kocasının şiddetinden kaçıyor ama bu sefer de ataerkil bir geleneğe sıkı sıkıya bağlı olan ailesiyle sorunlar yaşıyor. Ayrılık, özellikle ülkemizdeki gibi ataerkil toplumlarda hepimizin farklı derecelerde olsa da yaşadığı, hissettiği ve yakından gözlemlediği bir meseleyi son derece yalın, gerçekçi ve olgun bir bakış açısıyla aktarıyor. Karakterlerini yargılamadan, kadın-erkek ayrımı gözetmeden, yaşadığımız toplumdaki önyargıları ve yok yere yitip giden hayatları ekrana getiriyor. Ölenin de öldürenin de aynı sistemin bir parçası hâline geldiğini ortaya koyarak, bir anlamda “namus” için işlenen suçların ironikliğini de gözler önüne seriyor. (Barış Saydam)
7- Çoğunluk
Yeni Sinemacılar’ın ürünlerine baktığımızda ortak bir gerçekçilik ve bu gerçeğin oldukça sade ve çarpıcı işlenişi göze çarpıyor. Toplumsal arenadan seçtikleri farklı grupları birer sosyolojik olguymuşçasına ele alarak, barındırdıkları birkaç bireyin hayatından yola çıkarak bu topluluklara dair önemli bakış açıları sunuyorlar. Serdar Akar “Gemide” filminde ‘erkeklik’in, “Dar Alanda Kısa Paslaşmalar”da ‘mahalle’nin, Önder Çakar “Takva”da ‘cemaat’in tehlikeli sularında gezerken, Seren Yüce “Çoğunluk” ile şimdiye kadarkilerin en kutsalı ‘aile’ ile hesaplaşıyor. Evin genç oğlu Mertkan üzerinden büyüteç tutulan orta sınıf çekirdek ailesi de beyazperdede büyüdükçe pek çok açıdan Türkiye’nin ezici çoğunluğuna ayna tutuyor. Altın Portakal’ı da almasıyla Çoğunluk epey konuşuldu, konuşulacak. Yıldırım Türker, film için “Türk sinema tarihinin en dolaysız konuşan, en karanlık filmi” diyecek kadar ileri gitti. Yabancı festivallerde de film “karanlık ve komik” bulunarak ödüllendirildi. Ortak olan karanlık imgesi ise aslında korkutucu bir anlam taşıyor. Mertkan’ın her türlü ötekini şiddetle dışlayan bir çoğunluğa kazandırılma sürecini anlatan filmin bu sürecin kendini çağıran bir döngü olduğuna dair ikna edici verileri de var.
Film babasının peşinden ormanda yürüyen bir çocukla doğa içinde sessiz sakin bir şekilde açıldığında Semih Kaplanoğlu tarzında -sembolist bir ön film ile- bir gidişat bekleyivermiştim fakat hiç de öyle çıkmadı film. Fatih Özgüven de Çoğunluk için, “Altın Portakal’da Demirkubuz olmasa da gölgesi var” diyordu. Özellikle ikinci yarısıyla bir Demirkubuz benzerliğinden söz etmek mümkün, Kadervari bir sürüklenişe dönüşüyor film yer yer. Üniversiteyi askerlikten kaçmak için açıköğretimde okuyan Mertkan’ın, ailesinin kabul etmediği bir kıza aşık oluşu veyahut olamayışı eşliğinde bu genç oğlanın ‘erkek’ olma hikayesini ele alıyor film. Buradaki erkeklik durumu tüm otoriterliğiyle bir baba figürü; fiziksel ve zihinsel şiddetin ortaklığıyla meydana gelen bir travma. Sürekli babasına ve çevresindeki diğer büyüklere boyun eğerek yaşamış birisinden artık diğerlerini boyun eğdirmesi talep edildiğinde sarsıcı çelişkiler yaşaması doğal. Bu durumda ya gidişatı kabullenerek çoğunluğa dahil olmak gerekiyor ya da tümden bir kaybedişi göze alarak öte yakaya geçmek. Ailenin ve sınıfının sunduğu her tür konfora alışmış ve onlar olmadan yaşamayı göze alamayacak birisi içinse ötekini anlamak, onun safına yaklaşmak zor olan.
Türkiye’de üretilen nefret söylemlerinin çıkış noktasına aileyi ve ahbapları koyan Çoğunluk, aileden fiziksel olarak ayrılmayla birlikte bu söylemin sınıfsal pratiğine de eğiliyor. Babası müteahhit olan Mertkan’ın işlere göz kulak olmak için -işçilerin başında durmak(!)- inşaata gidip evden ayrı kalması, korunaksızlaşmasına ve nefreti boşaltacak alan bulmasına el veriyor. Burada iktidarı ele alma sürecinde sermayenin kuvvetine açıkça tanık oluyoruz. İnşaat yeri, patron ile işçi arasındaki gerilimleri barizce verebilmek için iyi bir sinemasal mekan. İşleri istediği gibi gitmeyen Mertkan, sermayeden aldığı güç olmadan meydan okuyamayacağı Doğulu işçilere çalışma alanında maddi-manevi şiddet uygulayıp rahatlayabiliyor. Fırat Yücel’in Altyazı’da değindiği gibi mutlu ailelerin huzurlu bir şekilde yemek yiyebilmesi uğruna ötekileştirilenler büyük bedeller ödüyor. Fakat bu “mutlu aile” mevzusunun ezenin üzerinde yaşadığı baskılarına da yer vererek aslında o kadar da mutlu olamadığını Çoğunluk vurguluyor. Televizyon karşısında, sıcacık bir odada annenin yaptığı yemekleri maaile yemenin her zaman romantize edildiği derecede kutsal ve güzel olmayabileceğine kani oluyoruz. Bu konuda da aslında hiç yalnız olmadığımızı fark ediyoruz. (Yiğitalp Ertem)
8- The Misfortunates (Şeylerin Boktanlığı)
Aynı anda hem ciddi bir komedi hem de mizahî bir drama olan film betimlediği karakterleri ne müsamaha göstererek kaytarır ne de sosyal sınıflar arasında en alt tabakaya yerleştirir. Yönetmen Van Groeningen’in çalışmasında, yaşam tüm kabalığı ve zalimliğiyle olduğu gibi resmedilir. Hayata entelektüel, estetik bir perspektiften bakılmaz ama hoş ve şiirsel bir yaklaşımla değişikliğe uğratılır.
Yönetmenin “sarhoş” kamerası bize asla acımaz. Ailenin erkekleri ekranda ilk kez göründüklerinde yerel bir festivalde hayat kadınları gibi giyinmişlerdir ve bu görüntü bize ihlallerin ve aşırılığın bulunduğu, güzellikle çirkinliğin sürekli yer değiştirdiği, hüzün ve mizahın dengelendiği bir dünyanın kapılarını açar. “Şeylerin Boktanlığı” uçlara çekilmiş bu duyguların üzerine, bu duygular arasındaki zar zor görülebilen somut bağlarla kurgulanmıştır. Düzensiz zalim kurgu, zaman zaman bulanık zaman zaman hatıralarla filtrelenmiş ani geri dönüşler ve görsellerin hepsi, değerini yitirmemiş hayatı resmeden aşırılık estetiğini pekiştirirken filme de heyecan ve enerji katıyor.
“Şeylerin Boktanlığı” belli bir Belçikalı kimliğinin gerçekçi temsili konusunda özgün olmasına rağmen hayal gücü ve fantezileriyle gerçekliğin değerini düşürmüyor lakin gerçekliği çok acımasız ve dünyevi şiirsel bir nesne olarak yeniden betimliyor. (Sarah Pialeprat)
9- Cirkus Columbia (Güzel Bir Hayat Düşlerken)
Yönetmen Danis Tanovic, Güzel Bir Hayat Düşlerken’de, karısını ve yeni doğan çocuğunu geride bırakarak Almanya’ya kaçan Divko’nun köyüne geri dönüşünü anlatıyor. Bu geri dönüş hikâyesi bir yandan da Tito zamanındaki Yugoslavya ile Tito sonrasındaki bölünmüş Yugoslavya’yı karşılaştırmak için de bizlere epeyce malzeme veriyor. Emir Kusturica filmlerindeki gibi, arka planda bu coğrafyada yaşanan değişimi trajikomik bir hikâyeyle anlatan Tanovic, komünizmden sonra gelen faşist rejimle birlikte aynı topraklarda yaşayan insanların tişört değiştirir gibi (filmdeki karakterlerin üzerindeki milli formalar) milliyet değiştirdiklerini ve milliyetçilik rüzgârının etkisine kısa sürede kapıldıklarını da açık ediyor. Özellikle birbiriyle yaşıt iki genç çocuğun filmin başlarında birbirlerini hiç yalnız bırakmayan iki sıkı arkadaşken, bir anda birbirlerine düşman kesilmeleri belki de bütün durumu net bir şekilde ortaya koyuyor.
Danis Tanovic filmde bir durum tespiti yaparken, bununla yetinmeyerek; bu coğrafyanın dinamiklerini harekete geçiren unsurların da izinden gidiyor ve köklere ulaşmaya çaba gösteriyor. İnsanların birbirlerini boğazlamalarına neden olan husumetleri açığa çıkarmaya gayret ediyor. Bu açıdan bakıldığında, komünizm döneminde baskı altında tutulan, sistematik bir şekilde dağıtılmaya çalışılan ve göçe zorlanan faşist güçlerin fırsatçılığı bizlere durumu anlamak için önemli bir ipucu veriyor. Filmin kilit yerlerinde tıpkı Kusturica’da olduğu gibi Tanovic de, Tito zamanındaki komünist iktidara sempatisini gösterse de, yine Tito zamanındaki baskıcı politikaların daha sonraki dönem için belirleyici olduğunun altını çizmekten de geri durmuyor. Bir anda bir alev topuna dönüşen topraklarda Tito döneminden beri bir gerilimin biriktiğini ve bu gerilimin Tito sonrasında Berlin Duvarı’nın da yıkılmasıyla birlikte serbest kalarak, savaşlarla kendini gösterdiğini açık ediyor. (Barış Saydam)
10- If I Want to Whistle, I Whistle (Islık Çalmak İstersem, Çalarım)
Florin Serban, çoğu kez sanki hiç set kurmadan direk kamerayı çalıştırıp orada olanları filme almışçasına sade bir yöntem izlemiş. Bunun sonucu olarak ıslahevinin bazı rutin ve raconlarını, sıkıcı atmosferini özel bir çaba sarfetmeden yansıtabilmiş, seyirciye de zahmetsizce kabul ettirmiş denebilir. Yine de bir lise öğrencisi olan Pistireanu George’un canlandırdığı Silviu’nun hiç tekin olmayan yüz ifadesi, konuşma ve vücut dili filmin odak noktasını oluşturuyor. Her sahnesine sade ve soğuk bir gerilim katan oyunu göz alıcı. Özellikle annesi ve kardeşinin kendisini ziyarete geldikleri sahnede yaşananlar sanki burnumuzun dibindeymiş kadar gerçekçi, gerilimli ve dramatik. Silviu’nun hayatının ortasından girip, yine ortasından çıktığımız film, bu etkileyici kesit süresince onun içeriden çıkma, çıktıktan sonra da normal bir insan, normal bir sevgili gibi davranabilme özlemini aktarabiliyor. Silviu açısından sert ve acemi bir arayış olmasına rağmen, özgürlük hissinin nefes alıp vermek kadar ihtiyaç olduğunu kendi tevazusu içinde çok çarpıcı şekilde işleyebilen bir yapım. (Osman Danacı)
Bu yıl Berlin Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü’nü kazanan Romen filmi “Islık Çalmak İstersem, Çalarım”, İstanbul Film Festivali’nde gösterilen bir diğer önemli Romen filmi olan Radu Mihaileanu’nun “Paris’te Son Konser” filmine nazaran Yeni Romen Sineması’yla bağları daha güçlü bir yapım olarak göze çarpıyor. Özellikle Cristian Mungiu ve Catalin Mitulescu gibi anlatımını tamamen kullandığı metaforlar üzerine kuran yönetmenlerin izinden giden Florin Şerban, ilk filminde, kaldığı ıslahevinden çıkmasına kısa bir süre kalan bir gencin ailesiyle ve çevresiyle yaşadığı sorunlara hem gerçekçi hem de duyarlı bir şekilde yaklaşıyor. Bir gencin içsel çatışmalarını, duygusal çalkantılarını ve kapana kısılmışlığın getirdiği karamsar ruh halini çocuksu bir naiflikle birleştiren yönetmen, ilk filmiyle umut vaat eden bir yönetmen olduğunu da ispatlıyor. (Barış Saydam)
Çok güzel bir liste olmuş, elinize sağlık. En yakından takip ettiğim bloglardan birisi zaten burası. Severek de okuyorum. Zira Avrupa Sineması gerçekten çok güzel işler çıkartıyor her daim. İzlenecek bu kadar film, bu kadar yönetmen olmasına da bazen üzülüyorum zaman yetmiyor diye. Yazılarınız için teşekkürler, liste için ayrı olarak teşekkürler. Bir de I Am Love olsaymış listede, ben yapmış gibi
Aslında "I am Love" filmini izlemiş olsaydık, eminim o film de listeye girerdi; fakat liste hazırlanırken bir tek o filmi ben izlemiş ve beğenmiştim. Yine de o filmle ilgili ilerleyen zamanlarda, yazı ve röportaj mutlaka ekleyeceğiz. Kesinlikle gözden kaçmaması gereken bir film. <br /><br />İlginize teşekkürler.