Hiç kuşku yok ki sinemanın yaşadığı öz ve biçim değişiklikleri, özellikle 80’li yıllardan sonra toplumdaki beğenilerin ve değerlerin değişimini yansıttı ve yansıtıyor. Pek tabii dünya sinemasının tümünü suçlamak haksızlık olur, büyük suçlu artık ürün üreten, güçlü bir şekilde pazarlayan, çarpıcı bir şekilde beyin yıkayan, emperyalizmin borazanlığını yapmayı sürdüren Hollywood sinemasıdır. Bu perspektif ve yaklaşım içinde biz neyi kaybettik? Veya bir şeyler kaybettik mi?
Her kuşak kendi sinemasını yaratır ve destekler, korur ve savunur ve bu sinema pek tabii ki bir önceki kuşağın savunduğu, koruduğu sinema değildir ve olamaz. Ancak her sanatta, temelde, “klasik” dediğimiz ve o sanatın temellerini oluşturan nosyonlar, kriterler ve değerler vardır. Bunlar o sanatın ve yapıtların ölümsüzlüğünü garanti altına alır, “modern” ya da “postmodern” olmak varolan değişimde kriterlerin yok edilmesi anlamına gelmemeli. Nedir ki tüm sanatlara baktığımızda aslında bir gerileme ile karşılaşıyoruz ki buna değişim deniliyor, yenilik deniliyor, özgün sayılıyor ve içi boş ve ağızdan ağza dolaşan yeni terminolojiler yaratılıyor. Biliyorum bu tartışma çok karmaşık, ayrıntılı ve sonu gelmez… Neyi kaybettik? Bence çok önemli bir şey kaybettik: Duyguyu!
Şimdi… Evet sinema olgunlaştı, şenlik özelliklerini yitirdi ola ki başka özellikler kazandı, diyelim. Acaba? Artık film izlemek için sinemaya gitmek gerekmiyor, bir DVD’yi, eskiden bir video kaseti cebinize atıp evinizde izlersiniz ama film izlemek kolektif bir olaydır, kolektif bir paylaşımdır. Evet, Beyoğlu sinemaları pop oldu, sinema adabı kalmadığı gibi sinemaya karşı eskiden olan saygı da kalmadı.