Felix van Groeningen 2003 yılında çektiği “Steve+Sky”da bir hayat kadınıyla bir uyuşturucu satıcısının yaşadıklarını perdeye taşıyarak radikal yanını ortaya koymuştu. Genç Flaman yönetmen kaygısızlık ve farkındalık arasında gidip gelen 30’lu yaşlardaki altı insanı anlattığı “With Friends Like These” ile üç yıl sonra geri döndü. “Şeylerin Boktanlığı” (The Misfortunates) yönetmenin kendi güçlü tarzını korumayı başardığı ilk roman uyarlaması oldu.
Gunther Strobbe’un kolay bir yaşamı yoktur. Kendisine peşi sıra red mektubu gönderen yayımcılar ve her şeye rağmen ondan çocuk sahibi olmaya karar vermiş kız arkadaşı bir yanda dururken en nefret ettiği iki insan olan annesi (bir fahişe) ve kendi rızası dışında bebeğini doğurmak isteyen bir “sürtük” ile rezil bir hayat sürmektedir. 80’lere yapılacak bir gezinti onun şimdiki hayatının boktanlığını tamamen anlamamız için yeterli olacaktır.
Genç yaşlardaki Gunther, büyükannesiyle birlikte Troducles-Oyes (sözlük anlamı “Aptal Kıç Deliği”) isimli kasabada yaşamaktadır. Aziz gibi olan o kadının boş yere disipline etmeye çalıştığı babası ve üç amcasıyla birlikte Strobbe klanını oluştururlar.
İcra memurlarının ablukası altındaki evde ve kasvetli kasabanın kafelerinde ölüm kalım meseleseymiş gibi tokuşturdukları kadehlerle geçen yaşamlarında Strobbe’lar küfür dolu müstehcen şarkıları çığırır, beyinleri dökülecekmişçesine sümkürür, yol kenarlarında belden aşağıları çıplak vaziyette toplaşır, vefasız kadınları bozum eder, gece yedikleri haltların içinde sürünerek sabahı ederler. Klanı oluşturan çok yetenekli aktörlerin hepsi de hatırı sayılır derecede gevezedir.
Aynı anda hem ciddi bir komedi hem de mizahî bir drama olan film betimlediği bu rezil karakterleri ne müsamaha göstererek kaytarır ne de sosyal sınıflar arasında en alt tabakaya yerleştirir. Van Groeningen’in çalışmasında, yaşam tüm kabalığı ve zalimliğiyle olduğu gibi resmedilir. Hayata entelektüel, estetik bir perspektiften bakılmaz ama hoş ve şiirsel bir yaklaşımla değişikliğe uğratılır.
Yönetmenin “sarhoş” kamerası bize asla acımaz. Bu salakların geçirdiği spazm ve şoklar ile tutuldukları hıçkırık nöbetleri sürekli kameranın odağındadır. Ailenin erkekleri ekranda ilk kez göründüklerinde yerel bir festivalde hayat kadınları gibi giyinmişlerdir ve bu görüntü bize ihlallerin ve aşırılığın bulunduğu, güzellikle çirkinliğin sürekli yer değiştirdiği, hüzün ve mizahın dengelendiği bir dünyanın kapılarını açar. “Şeylerin Boktanlığı” uçlara çekilmiş bu duyguların üzerine, bu duygular arasındaki zar zor görülebilen somut bağlarla kurgulanmıştır.
Filmin başarısı tamamen her düzeydeki aşırılığından, izleyicilerin tüylerini diken diken etmektense vücutlarını karıncalandırmasından kaynaklanıyor. Mide bulantısına yol açacak içki alemi sahnelerinden Roy Orbison’un (“Pretty Woman”ı söyleyen sanatçı) televizyon konseri ve babayla oğul arasındaki güçlü sevgiye dek taviz vermeyen yönetim tarzı, filmin doğruculuğunu ve insancıllığını pekiştiriyor. Düzensiz zalim kurgu, zaman zaman bulanık zaman zaman hatıralarla filtrelenmiş ani geri dönüşler ve görsellerin hepsi, değerini yitirmemiş hayatı resmeden aşırılık estetiğini pekiştirirken filme de heyecan ve enerji katıyor.
“Şeylerin Boktanlığı” belli bir Belçikalı kimliğinin gerçekçi temsili konusunda özgün olmasına rağmen hayal gücü ve fantezileriyle gerçekliğin değerini düşürmüyor lakin gerçekliği çok acımasız ve dünyevi şiirsel bir nesne olarak yeniden betimliyor.
Sarah Pialeprat / Cinergie.be
Çeviri: Kamil Akdoğan