16 yaşında okulu bırakan, 17 yaşında ilk kısa filmini çeken, 22’sine geldiğinde ise ilk uzun metrajı olan Boy Meets Girl’e imza atan Leos Carax; kuşkusuz Fransa’nın en ilginç yönetmenlerinden biridir. Fransız Yeni Dalgası’ndan kalan mirası sahiplenen yönetmen, en çok da Jean-Luc Godard’la arasında girift bir bağ kurar. Onun klasik anlatının bütün formüllerini ters yüz eden, geçmişin mirasını sahiplenmesine karşın; onunla bir mücadele içine girerek yeni bir formül üretme çabasını, Carax’ın sinemasında da görürüz. Yönetmenin sinema anlayışı; bütünlüklü ve çizgisel bir anlatımdan çok, dağınık sekansların birleşmesinden oluşan bir toplamayı andırır. Hikâye anlatımı da buna istinaden, son derece karmaşıktır. Parçalar çok dağınıktır ve her karakter filmin bir yerinde kendi sahnesine çıkar. Kimi zaman da oyuncular kameraya bakarak, ona karşı konuşur ve oynamaya başlar. Buna en iyi örnek; Boy Meets Girl filminde Mireille’nin, Alex dilsiz bir adamla konuşurken, kameraya dönerek çeşitli jest ve mimiklerde bulunması gösterilebilir. İzlediğimizin bir film olduğu gerçeğini hatırlatan bu numaraların dışında, sık sık kullanılan karartmalar da yönetmenin bu vurgusunu tamamlar cinstendir.
Tıpkı François Truffaut gibi, Carax da gündelik yaşamın kendine özgü ritmini yakalamayı her şeyin üstünde tutar. Onun için yazılı bir senaryodan çok, karakterlerin ruh hallerini yansıtacak sıradan eylemleri ekrana taşımak daha önemlidir. Paris’in sokaklarında boş boş gezen bir kadın, nehrin kenarında gecenin zifiri karanlığında içmeden sigarasını yakıp nehre atan bir genç, Alex’in kulağına kulaklığını takıp otoyolda gözü kapalı yürümesi, Mireille’nin evde tek başına dans edişi, âşıkların sokak ortasında öpüşmesi, bir fincanın kırılması, barda oynanan basit bir tilt oyununun hayatla örtüşen yönleri ve buna benzer daha pek çok sahne… Hayatın içinden sıradan sahneleri bir mozaik haline getiren yönetmen, aslında bir hikâye anlatmakla da uğraşmaz. Boy Meets Girl’de Alex ve Mireille’nin yüzeyde kalan hikâyesinin ardında, her karakterin kendi hikâyeleri saklıdır. Bir hikâyeyle kendini sınırlamak yerine, pek çok yan hikâyeyle hayatın ironik yanlarını da açığa vurma şansı yakalar.
Boy Meets Girl, yönetmenin romantik ilişkiler üzerine çektiği bir üçlemenin de ilk ayağını oluşturur. Sevgililerinden ayrılan Alex ve Mireille, mucizevi bir şekilde birbirleriyle tanışır. Alex, tıpkı kaderinin peşinde koşar gibi Mireille’nin peşinden gider. Ta ki ona rastlayana kadar… İkili konuşmaya başladıklarında, ikisinin de hayata bir türlü tutunamadıklarını ve yaşamlarını istedikleri gibi yönlendiremediklerini görürüz. Oğlan, kızı bulur bulmasına, ama bu sefer de geçmiş ve gelecek aralarına girer. Geçmişin hataları, geleceğin umutlarını söndürürken, belki de sinema tarihinde hiç rastlanmayacak kadar ilginç bir ilişkinin de anatomisine şahit oluruz.
Boy Meets Girl, her şeyden önce aşka ve hayata farklı bir açıdan bakan; çoğunlukla karamsar ve depresif bir filmdir. Filmin siyah-beyaz olan renk paleti de filmin bu karanlık havasıyla uyum sağlar. Filmdeki her sahne; seven, ilgi gösteren, önemseyen, hayal kuran karakterlerin terk edilişleriyle birlikte değişen ruh hallerini dışa vurur. Sevgisizliğin ve kimsesizliğin teslim aldığı Paris sokaklarında yürüyen kaybolmuş karakterlerin hüznü bir yerden sonra boğucu olur.
Hayatın çatışan yanlarını şiirsel kompozisyonlarla ekrana taşıyan yönetmen, ilişkilerle ilgili de son derece çarpıcı saptamalar yapar. Alex’in sürekli tartışan komşuları arasında şöyle bir diyalog geçer. Kadın, kocasına; aramıza neyin girdiğini söyle der. Kocası da; aramıza hayat girdi, bundan ötesi var mı diyerek; aralarındaki soruna farklı bir boyut kazandırır. Dünyada yaşanan bunca olaya karşın, nasıl sürekli sevişmek istiyorsun diyerek karısını eleştirmeyi de ihmal etmez. Carax’ın sıra dışı romantik ilişkilerinin ve arıza karakterlerinin temel sorunu, sürekli hayattır. Şans eseri birbirini bulan yok olup gitmekte olan iki karakterin birlikteliği, birlikte olma çabası; sürekli yan karakterlerin kendi sorunlarını monologlar halinde dışa vurmalarıyla kesintiye uğrar. Bu kesintilerde ise baş döndürücü değişimler yaşanır. Aşk nefrete, yaşam ölüme, kadın erkeğe, siyah beyaza dönüşür. Maskeler tek tek düşerek insanlar yapayalnız ve çırılçıplak kalır. Karakterler kendileriyle ve hayatla yüzleşmeye başlar. Alex, Mireille’yle konuşmaya başladığı ilk sahnede: “Hep alkışlanacak ve önemsenecek biri olmak istedim. Bir pilot, bir gezgin ya da bir müzisyen… Yeniden doğamaz mıyım?” der. Yaş gününü kutlayan Bouriana: “Bana esas ne acı veriyor, biliyor musunuz?” diyerek başladığı konuşmasında; hayatında çok az şey yapmış olmanın üzüntüsünü paylaşır. Hayatla yüzleşmenin ağırlığı filmin ağırlığını arttırırken; karakterlerin her dakika daha da depresifleştiğini görmek ise şaşırtıcı olmaz. Alex, Mireille’yi bulmasına karşın; yeniden doğma arzusundan vazgeçer ve bir daha asla yaşamayacağım der. Barda tilt oynayan adam, tilt oyunundaki yenilgisiyle hayata karşı yenilgisini kabullenmiş olur ve ardından bir daha oynamayacağım der. Mireille, herkes gidiyor zaten derken; aslında partiden bahsetmez. Hayat sahnesinden çekilen insanlara gönderme yapar. Kendi çekilme sırasının geldiğini de çaktırmadan haber vermiş olur.
Carax’ın bir özelliği de Yeni Dalga sinemasının sokağın gerçekliğini ve hayatın şiirsel uyumunu ekrana getiren kadrajlarıyla, gerçeküstücülüğün düşsel anlatımını tek bir potada eritebilmesidir. Üstelik yönetmenin etkilenimleri bunlarla da sınırlı değildir. Fransız Şiirsel Gerçekçiliği’nden de oldukça etkilenir ve sekanslarının hemen hepsinde bunun etkilerini görmek mümkündür. Özellikle Mauvais Sang filminde bu etkilenim oldukça açıktır. 2. Dünya Savaşı’na giden yolda insanların ruh hallerini dışa vuran, sesli sinemanın imkânlarından yararlanarak daha duyarlı ve bütünsel bir bakış açısıyla hem dönemini hem de dönemin insanlık hallerini resmeden Fransız Şiirsel Gerçekçiliği; kendinden önceki melodram ve komedi öğelerini merkezine almasa da, bunlardan yararlanan, gerçekliğin etkisini sürekli hissettirmesine rağmen şiirsel bir ahenk de yakalamayı başaran birbirinden önemli örnekler verir. Bu dönemde yetişen Julien Duvivier, Marcel L’Herbier ve Marcel Carne gibi yönetmenler arasında, Carax en çok Carne’den etkilenir. Bu akımla sınırlı tutulamayacak Jean Vigo ve Jean Cocteau da Carax’ın etkilendiği diğer önemli yönetmenler olur. Mauvais Sang filminde, bir sekansta yönetmen doğrudan Cocteau’ya saygı duruşunda bulunur. Alex ve Boris kafede oturup konuşurken, Boris arkasına döner ve gördüğü adamın Cocteau olduğunu söyler. Alex, onun öldüğünü üstelese de, Boris; görüyorsun, işte yaşıyor der. Üstelik Mauvais Sang; yönetmenin en dinamik ve lirik filmidir. Filmin final sekansında, Juliette Binoche’un oynadığı Anna kaybettiği aşkının peşinden yolda amaçsızca koşmaya başlar. Gözlerini kapatır, ellerini açar, rüzgarı bütün benliğiyle hisseder ve amaçsızca koşar… Arka planda Sergei Prokofiev’in meşhur Romeo ve Juliet bestesi çalarken, Carax, Anna’nın hareketlerini hızlandırır ve ortaya inanılmaz lirik bir sahne çıkar. Hüzünden, yalnızlıktan, terk edilişten, sonsuz aşktan, özgürlükten ve yok olmuşluktan beslenen, dinamik görüntülerle daha da etkileyici bir hâl alan final sekansı, Carax’ın aşka bakışını da gözler önüne serer. Anna, Alex’in kendisine olan aşkını artık fark eder. Ama Alex ona aşkını verdikten sonra, kendi aşkını kaybeder. Bu yüzden Lise motosikletiyle uzaklaşırken, Anna umutsuzca koşmaya devam eder. Les Amants du Pont-Neuf’ta ise, ilk defa Caraxvari gelişen aşk, üçlemenin diğer iki filmi gibi sonuçlanmaz. Fakat sonuç aşamasına gelene kadar da iki karakter kendi içlerinde büyük bir mücadele verir. Üçlemenin diğer iki filmine göre, Les Amants du Pont-Neuf’taki âşıklar geçmişlerinden ders çıkarabilmişlerdir. Gençliğin ele avuca sığmaz enerjisi, vurdumduymazlığı ve ölümün uzakta olduğu düşüncesi yerine; geçmişte yapılan hataların getirdiği sorumluluklar ve geçmişten kalan hatıralar vardır.
Carax filmlerinin derin anlatımı ve ironilerle birlikte farklı yönlere giden söylemlerinin zenginliği de yönetmenin sahip olduğu geleneğin zenginliğinden kaynaklanır. Carax, cesur anlatımı ve sıra dışı hikâyelerine karşın; her şeyden önce etkilendiği akımları ve yönetmenleri çok iyi özümsemiş ve kendi sinemasını da adım adım özgünleştirmiş çok değerli bir yönetmendir. Etkilendiği güçlü isimlerin sinemalarını hiçbir zaman öykünmeye dönüştürmeden, kendine has bir sinema dili içinde eritmesi çok etkileyicidir. İlk filmi Boy Meets Girl, açıkça Fransız Yeni Dalgası’ndan en çok da Godard’ın sinemasından izler taşır. İkinci filmi Mauvais Sang, Fransız Şiirsel Gerçekçiliği, Marcel Carne ve Jean Cocteau’nun ağırlığı altındadır. Üstelik filmdeki Anna karakteriyle de Jean-Luc Godard’ın filmlerindeki Anna Karina’ya gönderme yapar. Les Amants du Pont-Neuf’da da, yönetmen finalde Jean Vigo’un L’Atalante’sine saygı duruşunda bulunur.
Yönetmenin nitelikli sinema dilinin arkasında kendi anılarından, yaşadığı ilişkilerden, dünyayla arasında kurduğu bağdan, kendi yaşanmışlıklarından da pek çok parça vardır. Ölümle ilgili takıntısı, yaşlılıkla ilgili düşünceleri, eski alışkanlıkların değiştirilemeyeceği gerçeği, aşkın içinde barındırdığı karşıtlıklar, hayatın tesadüflerle dolu oluşu, hatta sessiz sinema döneminin aslında şimdiki sinema filmlerinden daha nitelikli oluşu gibi pek çok anekdot sayabiliriz. Fransız sinemasında ilk zamanlardan beri süregelen bir gelenek halini alan; sinemanın diğer sanatlarla işbirliği halinde oluşu Carax’ın sinemasında da göze çarpar. Gilles Deleuze ve Hegel etkilenimli felsefik diyaloglar, etkilendiği filmlerden yapılan alıntılar, mekânların duvarlarını süsleyen önemli ressamların resimleri, bölümler arasında çalınan şarkılar, kadraja giren plaklar yönetmenin entelektüel düzeyini de ortaya koyar. Sinema kariyeri Yeni Dalga yönetmenleri gibi Cahiers du Cinema’da eleştirmenlik yaparak başlayan Carax, bu köklü kuruluşun oluşturduğu gelenekten de oldukça faydalanır. Bu sayede, sinemanın diğer sanatlarla olan yakın ilişkisini daha yakından gözlemleme fırsatı edinir. 1980’lerde tüm dünyada etkisini arttıran Hollywood filmleri, dijital teknolojilerin hızla gelişimi, post-modernist söylemlerin ağırlık kazanması, yeni arayışların yaygınlaşması ve Avrupa sinemasının günden güne kan kaybetmesi gibi gelişmeler Carax’ı da öze dönmeye teşvik eder. Ama bir yandan da mevcut yenilikçi sinema hareketlerine ve sinemada yaşanan yönelimlere uzak değildir. Fakat çağdaşları Luc Besson ve Jean-Jacques Beineix’e kıyasla, geleneğe daha bağlıdır. Gücünü gelenekten aldığı için de kendi çağının en nitelikli yönetmeni olur. Belki Luc Besson’un yönettiği Leon ve Le Grand Bleu gibi filmler hiçbir zaman çekmemiştir. Fakat 1980’lerden sonra Fransa’da yetişen en “özgün” yönetmen, tartışmasız Leos Carax olur.
Jean-Luc Godard
Yönetmenin bu kadar önemli oluşunun bir sebebi de, beslendiği kaynaklara hiçbir zaman öykünmemesidir. Sessiz sinemayla günümüz sinemasını karşılaştırırken, işi hiçbir zaman sessiz sinemayı yaşatma ve onu yeniden üretme aşamasına götürmez. Boy Meets Girl’de dilsiz adam: “Sessiz sinema daha güzeldi, çünkü…” der. Diyalog orada kesilir. Carax’ın amacı nostalji yaparak geriye dönmek değildir. O sadece bir durum tespiti yapar ve yönünü belli eder. Sessiz sinemanın neden daha güzel olduğunu düşünmek ve bu karşılaştırmayı yapmak seyircinin işidir. Godard’ın bahsettiği “gestalt” Carax’ta da karşımıza çıkar. Godard’a göre gestalt(yapı); izleyicin çeşitli film öğelerini seçip, bunları birbirine ekleyerek oluşturduğu ve onun kendi zihinsel sürecinde şekillenen bir durumu ifade eder. Carax’ın, özellikle Boy Meets Girl filmindeki parçalı anlatımı ve dağınık sekansların üzerine kurduğu anlatım yapısı, Godard’ın sözlerine uygun bir şekilde gelişir. Duygusal olayların yarattığı akıldışı, kimi zaman gerçeküstü olarak gelişen olaylar zinciri ise; yine Godard’ın mevzu bahis ettiği gerçeklik anlayışına atıfta bulunur. Gerçeklik de, hayat gibi olmalı ve başlangıcı ve sonu belirsiz olmalıdır der Godard. Carax’ın karakterlerine baktığımızda ve filmlerindeki gerçeklik anlayışına yoğunlaştığımızda yine Godard’ın izleklerine rastlarız. Ama Carax, sinemasında bunların hepsini kendi yaşanmışlıklarıyla birleştirmeyi başarır. Bu açıdan, zihinsel gelişimi Godard’ın sinemasıyla, görsel gelişimi Fransız Şiirsel Gerçekçiliği’yle, felsefik alt metni Deleuze, Hegel ve Rimbaud gibi yazarların metinleriyle sağlanmış olsa da, son kertede Carax’ın bu oluşumları özümseme şeklini düşündüğümüzde, belki de kendisi ile en benzeşen yönetmen François Truffaut’dur. Kişisel yaşanmışlıklarıyla başta sinema olmak üzere, bütün sanat dallarını tek bir potada eritmeyi başaran ve yeri geldiğinde özgün örneklerle bunlara bağımlı olmadığını da gösteren Truffaut; özellikle Antoine Doinel serisindeki filmlerde yarattığı mozaik yapı ile Carax için de önemli bir referans kaynağıdır.
Arıza aşklar üçlemesinde Denis Lavant bütün filmlerde Alex’i canlandırır. Boy Meets Girl’de, Alex rüyalarındaki kızı, tesadüf eseri bir partide bulur ve ona âşık olur. Mireille ile olan aşkının ömrü ise geceden sabaha kadardır. Alex’in aşkı her zaman bir kelebeğin yaşamı gibidir, ömrü çok kısa sürer. Ama etkisi çok derin olur. İlk filmde geçmişle ilgili çok detay verilmez, belirli bir gelecek kaygısı da yoktur. Resim çizdiğini, sanatçı bir kimliği olduğunu öğreniriz. Ama para kazanmak için ne yaptığını, hayatını nasıl idame ettirdiğini bilemeyiz. Serinin ikinci filmi Mauvais Sang’da nispeten hayat kaygısı daha ağır basar. Yeni bir yaşama başlamak için Alex’e para gerekir ve bu yüzden Faustvari bir pazarlığa girerek, sonunu getirecek bir dizi olayın içine girer. Yine tesadüf eseri Anna’ya âşık olur. Otobüste âşık olduğu ve bir süre takip ettiği kız olan Anna, ne tesadüftür ki birlikte iş yaptığı Marc’ın kız arkadaşıdır. Serinin son filminde ise Alex dibe vurmuştur artık. Les Amants du Pont-Neuf’daki Alex, üç kuşak Alex’in aynadaki yansıması gibidir. Üç kuşağın da izlerini hem ruhunda hem de bedeninde taşır. Aynı zamanda Michele de Mireille ve Anna’dan parçalar barındırır. Karakter isimleri de üçlemenin diğer filmleriyle bir bağ kurar. Michele’in unutamadığı sevgilisi Julien, aslında Mauvais Sang’da Anna’nın ilk erkek arkadaşının ismidir. Mauvais Sang’da kız kardeşi olan Marion ise, son filmde yakın arkadaşıdır.
Oyuncu seçimi olarak serinin üç filminde de ana karakter olan Denis Lavant’ın seçimi çok yerindedir. Carax filmlerinin türler üstü yapısını ve karmaşıklığını, ondan iyi kimse üzerinde taşıyamaz. Lavant’ın ilginç yüz hatları ona pek çok kimlik kazandırır. Korkutucudur, komiktir, romantiktir, yakışlıdır, çirkindir, çekicidir, iticidir. Birbirinden farklı pek çok niteliğe sahiptir. Üstelik Lavant, doğaçlamayı çok iyi beceren, atletik bir bedene sahip ve karnından konuşma gibi bir yeteneği olan çok yönlü bir aktördür. Carax filmlerinde çatışmaları yüz hatlarıyla dışa vurmanın haricinde, düşündüklerini ifade edemeyen dilsiz Carax karakterlerinin söyleyemediklerini de karnından konuşarak söyleme yetisine sahiptir. Serinin son iki filminde oynayan Juliette Binoche ise, çekiciliği ve soğukluğu aynı ölçüde vermeyi başarır. Hem arzulanan ve tapılan bir kadındır, karşı konulamaz bir arzu nesnesi gibidir. Hem de kendi içinde bambaşka bir dünyası olan, ulaşılmaz, gizemli bir kadındır. Arzusunu belli ettiğinde kırmızı giyer, kendini dışa kapadığında siyahlara bürünür. Tam fethedildiğinde aslında elden kaçmıştır. Herkes onu sever, ama o bir başkasını… Boy Meets Girl’de Mireille’yi canlandıran Mireille Perrier, Carl Theodor Dreyer’in La Passion de Jeanne d’arc’ındaki Maria Falconetti’yle ne kadar birbirini tamamlıyorsa; Mauvais Sang’taki Anna rolünü canlandıran Juliette Binoche’da, Vivra Sa Vie’deki Anna Karina’yla o kadar yakın bir ilişki içindedir. Les Amants du Pont-Neuf’taki Michele ise, bütün bu kadınların tuhaf bir karışımı gibidir. En yukarıdan en aşağıya düşmüştür, dibe vurduğunda bile çekicidir, ama yine de güvenilmezdir. Seni seviyorum dedikten sonra, unut beni der. En sevgiye muhtaç göründüğü zamanda bile aslında güç ondadır. Kuşkusuz Carax’ın kadın karakterlerinin hem en güçlüsü hem de en güçsüzüdür.
Kısa sürede kültleşen üçlemesinden sonra Carax, 1997’de Pola X’in ilk denemesi sayılabilecek Sans Titre isimli kısa filmi yönetir. İki yıl sonra da Carax’ın ilk uyarlama eseri, aynı zamanda klasik anlatıya şimdiye kadar ki en yakın filmi olan Pola X gelir. Moby Dick ve Bartleby the Scrivener’ın yazarı olan Amerikalı yazar Herman Melville’in Pierre, or, the Ambiguities isimli eserinden uyarlanan Pola X; özünde yine dünyada ulaşılması imkânsız bir aşk hikâyesini anlatır. Burjuva bir aileden gelen Pierre’in aslında her şeyi vardır: Güzel bir evi, eski bir diplomat olan zengin babası, sevecen bir annesi, güzeller güzeli bir nişanlısı… Üstelik bir de çok satan bir kitabı vardır. Geleceği çok parlaktır yani. Ama her Carax filminde olduğu gibi, bir rastlantı sonucu yıllar sonra gelen ve sonradan kız kardeşi olduğunu öğrendiği Isabelle, Pierre’in bütün hayatını değiştirir.
Yönetmenin klasikleşmiş aşk üçgeni bu sefer oldukça ilginç bir hâl alır, çünkü bu üçgenin kenarlarından biri, filmdeki ana karakter olan Pierre’in kız kardeşi Isabelle’dir. Aşk üçgeninin içine bu sefer ensest bir ilişki de dâhil olur. Pierre imkânsız aşkı uğruna günden güne yok olurken, imkânsız aşkın çevresindeki karakterler de birer birer yok olmaya başlar.
Carax’ın hayata bakışında çelişkilerin ve ironinin büyük bir ağırlığı vardır. Melville’in eseri de bu açıdan çok etkileyicidir. Carax’ı derinden etkileyen ve kendi öznel bakışıyla pek çok noktada birleşen kitap; yoğun bir şiirsellikle beraber derin bir hüzün de taşır. Pola; kitabın baş harflerinin birleşiminden türer, sonda ki X’de Carax’ın son harfinden gelir. Bu aslında Melville’in keşfedilesi kitabının Caraxvari yorumudur.
Pierre, Isabelle’e her şeyini vermek ister, ama aslında hiçbir şeyi yoktur. Hayatın ironisi yine kendini gösterir. Fakat bu sefer, genelde içsel olarak yaşanan aşk ve tutku; iki âşığın bedeninde tensel bir uyanışa dönüşür. Şimdiye kadar ki hiçbir Carax filminde doğrudan bir sevişme sahnesi yoktur. Çünkü Carax’ın âşıkları, aşklarını içlerinde yaşar.
Pola X, yönetmenin kuşkusuz en depresif ve karanlık filmidir. Filmdeki bütün rastlantılar olumsuz bir sonun habercisidir. Yönetmen Isabelle karakterini, Patrice Leconte’un Girl on the Bridge filmindeki Adele karakteriyle örtüştürür. Adele kötü şansından dem vurarak; “kötü şansı açıklayamazsın, bu müzik kulağı gibidir, ya vardır ya yoktur…” diyerek şanssızlığını açıklar. Isabelle de doğumundan itibaren şanssızlıklarla dolu bir hayatı geride bırakır. Tam kurtarıcısını bulmuştur ki; bu sefer de hayat onların birlikte olmalarına engel olur.
Hegel
Özellikle 80’lerde adından sıkça söz ettiren Carax, meşhur üçlemesinden sonra sadece Pola X’i yönetir. Güney Koreli yönetmen Joon-ho Bong ve Michel Gondry ile birlikte Tokyo! isimli ortak bir projede yer alan yönetmen, bu proje için Denis Lavant’ın da oynadığı Merde isimli bir kısa film çeker. Şimdilik ufukta yeni bir Carax filmi gözükmese de, şimdiye kadar çektiği dört uzun metrajıyla adını unutulmaz yönetmenler arasına yazdıran Carax; yaşamdaki karşıtlıklardan beslenen imkânsız aşk hikâyeleriyle de romantizme yeni bir boyut kazandırır. Onun, hayatın ironisi içinde yitip giden “arıza” karakterleri, aşkın labirentlerinde çıkış yollarını ararken belki de en çok tesadüfler onların yardımına koşar. Tıpkı Hegel’in felsefesinde olduğu gibi, muhtemel olanla gerçek olan arasında, zorunluluklarla rastlantılar arasında yaşanan kaotik çelişkilerin birer nesnesi olurlar. Oysa tek çıkış yolu aşktır, dünyada onları var eden ve kendi potansiyellerini dışarı çıkarabildikleri tek an; o sihirli andır. Ama biri onlara âşık olduğunda, onlar kendi aşklarını kaybeder. Onlar sevdiğinde ise, iş işten geçmiştir artık… Carax’ın âşıkları ancak birbirleriyle çarpışarak, birbirlerinde var olurlar.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com