Anton, Danimarka’da yaşayan, aynı zamanda Afrika göçmen kampında görev yapan bir doktordur. Bu iki farklı dünya o ve ailesini, intikamla bağışlama arasında zor seçimlere iten anlaşmazlıklarla karşı karşıya bırakır. İki oğulları olan Anton ve karısı Marianne, ayrı yaşamaktadır. Büyük oğulları on yaşındaki Elias, okulda serserilerce rahatsız edilir. Bu durum, babası Claus’la Londra’dan taşınan yeni çocuk Christian’ın onu korumasıyla son bulur. Christian’ın annesi kansere karşı savaşını kaybetmiştir ve Christian onun ölümünden fazlasıyla üzgündür. Elias ve Christian kısa zamanda sıkı bağlar kurarlar. Ama Christian, Elias’ı trajik sonuçları olan bir intikam olayına karıştırınca dostlukları test edilir ve hayatları tehlikeye girer.
Kariyerinde After The Wedding (Efter brylluppet), Open Hearts (Elsker dig for evigt), Brothers (Brødre) gibi güçlü dramlar bulunduran Danimarkalı yönetmen Susanne Bier’in vasatın da altındaki Things We Lost In The Fire ile başlayan Hollywood sevdası sürüyor. Kendi adıma, bu filmden sonra tekrar ülke sinemasına geri dönen Bier’in, yukarıda örnek verdiğim başarılı yapımlarında da beraber çalıştığı senarist Anders Thomas Jensen ile çalıştığı In A Better World’den çok ümitliydim. En İyi Yabancı Film Oscar’ı kazanması bu ümitlerimin boşa çıkmayacağını düşündürmüştü. Ta ki filmi görene kadar. Özetle, iyi bir insan olmanın dünyayı daha iyi bir yer haline getireceğine, intikam hırsının dönüp dolaşıp kişinin kendisini vuracağına dair sevgi kelebekleri uçuran mesajlarını, türlü yöntemlerle seyirciye kabul ettirmek için kastıkça kasan bir film bana göre. Bu yöntemler, zaten çeşitli klişeleri buyur eden hikâyenin bünyesinde duygu sömürüsüne çok fazla prim veriyor. Film, söylemek istediklerine erişemediğini hissettiği anlarda, çocuklara, hatta daha doğmamış bebeklere biçtiği trajedilerden medet umuyor.
Özellikle baba rolündeki Anton’un bir yetişkin olarak çocuklara örnek göstermek istediği ve alttan üste “herkes kapısının önünü temizlerse dünya tertemiz bir yer olur” fikrini, “herkes iyilik yapar, kötülüğe kötülükle karşılık vermezse dünya yaşanacak daha iyi bir yer olur” şeklinde servis etme şekli oldukça tartışmalı. Kağıt üzerindeki pedagojik öğretilerden apartmalar yapması, iyi bir insan olalım, şiddete şiddetle karşılık vermeyelim (haklı) düşüncesini vurgulamak isterken, bize yapılan haksızlıklara sırtımızı dönüp gidelim veya tokat yersek öbür yanağımızı uzatalım iyimserliğini de beraberinde getiriyor. Oysa gerçek yaşamda her şey kağıt üzerindeki gibi değil. Bu açıdan filmin bazı savunuları, şiddete başvurmadan iyi bir insan olalım üzerinden yer yer rahatsız edici bir didaktik anlayışla kendini gösteriyor. Oyun parkında yaşanılan sahne, bu anlayıştan kendini sıyırmasını bildiği gibi, mesajını yeterince iyi veriyorken, tutup bir de bu mesajı tamirhane sahnesiyle sündürmek çok gereksiz. Üstelik çocukları ip gibi sıraya dizerek zaten hamurunda şiddet bulunan bir adamı tahrik etmek, gördüğü tepki karşısında da “bakın bu adam kötü, ben kılımı bile kıpırdatmadığım için iyiyim” savunusunu cümlelere dökmek, tepkisini koymak için çocukları ön saflara süren istismar zihniyetine fazla yabancı sayılmaz.
Öte yandan film, kötü ve kaba insanlarla yüz göz olmamayı şiar edinmiş Anton’u, bir Afrika cânisi ile sinir testine tâbi tutmayı da ihmal etmiyor. Bir gün silahlı adamlarıyla yaralı şekilde hastane kampına gelen Big Man’i tüm vahşiliğine rağmen mesleği gereği tedavi eden Anton’u kızdırmak için yine zorlama bir plân yapılmış. Devamı zaten evlere şenlik. Meğer Anton, bir Afrika çetesini tavuk kovalar gibi dağıtabilecek, liderlerini de paketleyip adrese teslim edebilecek potansiyele sahipmiş. Bu Big Man sürecini çok daha farklı ve etkileyici biçimde elden geçirebilecek bir sürü yönetmen var. Bu yüzden işi linç etmeye kadar götürüp de orada özensizce bırakan Bier’in bu tip zor sahnelerin altına girmesi beceriksizlikle sonuçlanıyor. O zaman da kartpostal tadındaki görüntüler, alta döşenmiş etnik müzikler beklenen etkiyi yaratamıyorlar. Zaten filmin Afrika ayağı sadece tribünlere oynayan bu hareketler yüzünden tercih edilmiş hissi uyandırıyor. Yoksa Anton’un Afrika ve Danimarka arasında şekillendiği varsayılan iyi insan olma bağlantısının zoraki ilişkisi, filme büyük katkılar sağlayan cinsten sayılmaz bana göre.
Aslında In A Better World, Anton gibi bir iyilik timsalinin karşısına, oğlunun Londra’dan gelmiş arkadaşı Christian’ın ergen öfkesini koyarak çok tutarlı bir zıtlık yaratabilecek iken, çelişkiler doğuran bir paralellik tutturuyor. Sofus adlı serserinin liderliğindeki okuldaki bazı çocuklar tarafından sürekli rahatsız edilen Anton’un oğlu Elias’ı sahiplenen, onu bu serserilerin hışmından (şiddete başvurarak da olsa) koruyan Christian oluyor. Bir anlamda film, iç huzuru sağlamak için şiddeti bu seviyede meşrulaştırıyor. Üstelik o huzur elde ediliyor da. Pasifliğe ve haksızlığa tahammülü olmayan Christian’ın Anton’a ve Elias’a yapılanları obsesif biçimde kişiselleştirmesini de bu mizaca bağlamamız bekleniyor. O zaman film, bir savunma aracı olarak şiddet (aynı zamanda kötülük) zaman zaman gerekli, ama işi intikam boyutlarına taşırsak feci sonuçlara gebe bir davranış biçimidir mi demek istiyor? Peki bunu derken izlediği didaktik anlayışta, zevk için hamile kadınların karınlarını açan bir caniyi halkın eline teslim etmek, bir ortaokul çocuğuna bomba hazırlatmaya kadar götürecek bir öfke yüklemek nerede duruyor? Sadece mesajını baştan belirlemiş, ancak bunu ne şekilde yönlendireceğine dair kafası karışmış, bu yüzden de uç sayılabilecek zorlama parçaları birleştirme gayreti içinde debelenen, açıklarını da popüler sinemanın birtakım nimetlerinden faydalanarak kapatmaya çalışan bir film. Uygarlığı, refahı, iyiliği ilke edinmiş kutsal Avrupa’nın istese bu iyiliği ta Afrikalara kadar götürebileceğinin ispatı adeta. Bir nevi, günü geçmiş sütten çıkan ak kaşık!
Osman Danacı
odanac@gmail.com