Dürüst olmak gerekirse, ne kadar zamandır 3D teknolojisinin sadece Hollywood’un gişe rekortmeni yönetmenlerinin tuhaf fikirleri uyguladıkları bir numara olduğunu düşünüyorsunuz?
Tamamen dürüst olarak cevap vereyim, asla! Yeni 3D teknolojisinin habercisi olan U2 konser filmine 2007 yılında karşılaştığımda ilk anda çok heyecan verici bulmuştum. Sadece film vurucu gelmedi – teknik olarak yeterince olgunlaşmamıştı ve müziğin yeterince iyi olduğunu biliyordum – ama orada bir şey olduğunun farkına varmıştım. O sıralarda gişe rekorları kıran yönetmenler henüz 3D film yapmamışlardı; bu yeni dil somut bir vaatten ziyade halen saf bir iddiaydı. Ancak, bu benim için yeterliydi. Sonunda, en azından Pina Bausch’un sanatını tamamen farklı bir yol izleyerek sahneye nasıl yansıtacağıma yönelik uzun süredir aradığım cevabı bulmuş oldum. Halen, büyük stüdyolar bu teknolojiye el koymuş durumdalar – öncelikle maddi nedenlerden dolayı – ve çeşitli ‘numaraları’ uygulamaktan veya daha iyisi ilgi çekmekten ötesini yapamıyorlar. Bu yeni dil onlar için yeterliydi. Başlı başına perili ev efektleri gibi çalışmalardan fazlasıyla para kazanıyorlar.
Üç boyutlu çalışmak yönetmenin çalışmalarını tamamen değiştiriyor mu yoksa –stereo veya Dolby Surround benzeri teknolojilerdeki gibi- film bitene kadar yeni teknolojinin farkına varmamış olabilir misiniz?
Eğer 3D işinizle ilgili bir şeyleri en başından itibaren tamamen değiştirmiyorsa ya bunu benimsememişsiniz ya da bir şeyleri tamamen yanlış yapıyorsunuz demektir. Artık perde için yapmıyoruz! Hatta var olmuyor bile. Bunun yerine, ufka doğru bakıyorsunuz ve hareketler perdenin önünde yer alıyor. Perde tam anlamıyla bir pencereye dönüşüyor. İnsanların bundan böyle iki boyutlu fiziksel yüzeyleri değil yoğunluk ve atmosferi olacak. Kelimenin tam anlamıyla bir alana (uzaya) giriyorsunuz. Bunu gerektiği gibi yapabilmek için, nasıl söyleyelim, biraz ‘uzay araştırmasına’ ihtiyacınız var. Ayrıca, iki gözün uzamsal olarak nasıl gördüğünü ve iki kameranın bunu nasıl taklit edebileceğini anlayabilmek için biraz fizyoloji bilgisine ihtiyacınız var. Aksi taktirde, 3D sinirlerinize veya gözlerinize dokunabilir. Şamata yapmadan alanın son derece doğal hissedilebilmesine çalıştık.
‘Aşırma’ yaptınız mı?
Bunu yapmanın bir yöntemi de o! İmkansız olmayabilir ama şimdiki zamana dönmek zor. Biz sadece yüzeyi bir kazıdık; henüz hikaye anlatmaya bile başlamadık.
3D filmin geleceği hakkında ne düşünüyorsunuz?
Henüz belgesellerde, bağımsız filmlerde ve auteur filmlerinde kullanılmadı. Artık animasyon filmleri ve gişe rekorları kıran filmler için bir anlamda demirbaş haline geldi. Ancak, dünyayı farklı bir biçimde gören ve izleyicileri başkalarının hayatlarına veya başkalarının gerçekliklerine taşıyacak anlamda kullanılmadı.
Sanatçıların yaşam hikayeleri üzerinde çalışmayı seviyorsunuz. Wuppertal dans tiyatrosundan önce Buena Vista Social Club, Wolfgang Niedecken, blues kahramanlarınız ve Yohji Yamamoto. Bu duyarlılığa nasıl ulaştınız?
Bu dünyada (neredeyse) her şeyin insanların yaratıcılığı ile keşfedilmesinden daha heyecan verici bir şey olmadığını düşünüyorum. Orada hala gerçek maceralar ve hikayeler mümkün.
Tüm bunlar aynı zamanda benzer ruhları inceleme aracılığıyla bir otoportre yöntemi olabilir mi?
Hımm. Aslında kendimi değil de başkalarını keşfetmek işin en heyecanlı tarafı. Bir sinema filmi yaptığınızda ve hikaye anlattığınızda kendi içinizdeki bir şeyleri ve keşfettiklerinizi açığa vuruyorsunuz. Belgeselde ise tam tersiyle ilgileniyorum: içinde benim olmadığım bir şeyleri keşfetmek.
Acaba içinizde saklanan ve kaçmaya çalışan bir müzisyen olabilir mi? Yaptıklarınız genellikle müzikle ilgili.
Müziği her şeyden çok seviyorum. Farklı türlerde müzikleri. Başka hiçbir şey beni müzik kadar etkilememiş ve kurtarmamıştır. Blues ve rock olmasaydı asla kendi yaratıcılığıma ulaşamazdım ve bir şey yapmak için gerekli özgüvene sahip olamazdım. Müzikle ilgili yaptığım filmlerde genellikle favori müzisyenlerimi anmayı veya onlara bir şeyleri geri vermeyi amaçlıyorum. Asla unutmamalıyız ki, bir şeyden gerçekten hoşlanıyorsanız veya başka her şeyden çok seviyorsanız ondan söz etmenin çok farklı yollarını bulabilirsiniz. Onun en iyi ışık altında görünmesini istersiniz. Bu iyi bir tutumdur. Belgesel yapmanın onlara itibarlarını teslim etmek olduğunu düşünüyorum.
Pina Bausch ile nasıldı? İşbirliği yapma fikri ilk defa ne zaman ortaya çıktı? Fikir hanginize aitti?
Bana aitti. Pina’nın çalışmalarını ilk gördüğümde çok gençtim ve ona hayran kalmıştım. 1985 yılıydı ve Pina için bir retrospektif hazırlanmıştı. Dansın içine sürüklenmiştim. ‘Bunu yapmak zorunda mıyım!? Dansa meraklı değildim’. 10 dakika sonra Cafe Müller’de sandalyemde otururken suyla yapılanlar için daha önce hiç bu kadar harikulade bir şey görmediğimi düşünüyordum. Bundan önce sahnedeki hiçbir şey bana böyle dokunmamıştı ve bu kadar etkilenmemiştim. Takip eden günlerde oradaki diğer gösterileri de izledim ve Pina’yla tanışma fırsatı da bulabildim. Henüz ilk görüşmemizde ikimizin bir gün birlikte yapacağı bir film hakkında konuşmaya başlamıştım. Pina bana cevap vermeyip sadece esrarengiz bir şekilde gülümsedi ve başka bir sigara yaktı. Beni duymuş muydu? Çok mu kendini bilmez şekilde davranmıştım? Emin değilim. Ancak, bir veya iki yıl sonra, tekrar karşılaştığımızda bu defa kendisi: “Bir film hakkında konuşuyordun. Ciddi miydin?” diye sormuştu. Zaman içinde Pina itici kuvvet oldu…
Aslında film ikinizin ortak çalışması olarak planlanmış. Ancak, çalışmaya başlamak üzereyken beklenmedik şekilde Pina aniden yaşamını yitirdi. Bunun ardından, ne olursa olsun dansçılarla birlikte filmi yapmaya karar verdiniz. Bunu yapma güdüsünün ardında yatan nedir?
Büyük oranda, Pina’nın seçtiği parçalar ve bizim bulmak istediğimiz farklı sinema dili, Pina’nın yaptığı gibi, çalışmanın ‘usta ellerde’ olduğunu düşündürdü. Dans tiyatrosunun çok kırılgan ve kısa ömürlü olduğunu unutmamanız gerekir. Bir parça, sadece sahnelendiğinde varoluyor. Yazılıp başka bir grup tarafından sahnelenemiyor. Pina zaman içinde 40 parça üretmişti! Her sene yeni bir parça yazmanın yanı sıra canlı tutabilmek adına öncekilerinden de tamamını repertuar içinde tutarak; tekrar sahnelenmesini ve prova yapılmasını sağlıyordu. Yapmaya çalıştığı tam anlamıyla Sisifosvari bir çabaydı. Pina’nın parçalarını olması gerektiği şekilde filme almak için uygun sinema dilini bulmak onun özellikle ilgilendiği konulardan biriydi. Benim için bu sadece 3D ile olabilirdi. Sadece bu şekilde göz seviyesinden dansçıların alanına girebilirdim. Pina’nın ölümünden birkaç ay sonra dansçılar film için planlanan bölümlerin provalarına başladıklarında, bunun bir parçası olmamanın affedilemez olacağının farkına vardım. Farklı bir film için sadece açık olmak zorundaydık! Artık filmi Pina ile yapamayacaktık ancak onun için yapabilirdik. Bu bizim ortak kararımızdı.
Film siz ve dansçılar için Pina’ya ağıt haline mi gelmişti? İzleyicilerin buradaki rolü nedir?
Evet, bu bir anlamda yas tutmaydı. Ancak, tamamı hüzünlü değildi. Pina gülmeyi seviyordu ve sık sık gülerdi. Ayrıca, pek çok parçayı en zor zamanlarında yaratmıştı. Bunu kendimize örnek olarak aldık.
İzleyiciler?
Her şey izleyiciler için yapıldı. Pina’nın mottosu: “Dans etmek zorundayız!” idi. İzleyicilere bir şeyleri ve gücü –özellikle de tedavi edici gücü- göstermenin vücut dilinde yattığına inanıyordu. Pina, dansı balenin Olimpos’undan aldı ve onun gerçek sahibi olan insanlığa geri verdi. Pina’nın çalışmalarında kusursuz görünen figürler değil; şişman ve zayıf, kısa ve uzun, genç ve yaşlı gerçek insanlar yer alıyordu.
Filmde özellikle hedeflenen nedir? Onu hatırlamak isteyenlere yönelik olması mı yoksa Pina Bausch’u hiç izlememiş olanlar mı?
Hedef kitlem dansın kendilerine uygun olmadığını düşünen herkes. Pina bana tam tersini öğretene kadar ben de öyleydim. Film birkaç haftadır Almanya’da gösterimde ve gayet iyi gidiyor. Fransa’da da gösterime girdi ve izleyicilerin çoğunluğu Pina’yı daha önce izleme ayrıcalığına kavuşamamış kişiler.
“Pina” ile imkansız olabilecek bir denemeniz oldu mu? Sadece o an içinde kalan bir şeyi yakalamaya çalışmak gibi?
Sinemada bu imkansız değil! Uzunca bir süre sinemanın görülebilir olanları göstermek için yapıldığını düşünüyordum. “Filmler gerçeğin kurtarıcılarıdır”. Ancak, filmlerin daha fazlasını yapabileceklerine ve görünmez olanı görülebilir hale getirebileceklerine inanmaya başladım.
Pek çok Alman, Wuppertal’ı bir filin yükseltilmiş demiryolunun üzerinden düşüp ölmemesi ile hatırlıyor. Sizin gibi bir Düsseldorfluya şehir daha alışılmış geliyordur. Aynı zamanda “Alice in the Cities” filminizin büyük bölümü orada çekildi. Bu ortak referans Wuppertal’ın da bulunduğu şehir için önem taşıyor muydu?
Son derece anlamsız nedenlerden ötürü hak ettiği ilgiyi görememiş büyüleyici bir şehir. Wuppertal pek çok keşfin yapıldığı bir şehir. Bir zamanlar varlıklı bir şehirdi. 20. yy’ın ikinci yarısına kadar pek çok geleneksel endüstri şehrinin paylaştığı kaderin dışındaydı. Sadece yükseltilmiş demiryolu bile! Olağanüstü bir taşımacılık. Eiffel Kulesi ile aynı yıl yapılmıştı! Hatta birileri kuleyi alıp yatay olarak yerleştirmiş gibi görünüyor. 3D kamera ile şehrin üzerinde süzülürken rahat bir şekilde aşağıyı görebilmek için daha iyi bir ulaşım aracı yok.
Film Avustralya prömiyerini Alman Filmleri Festivali ile yapacak. Buradaki tepkilerin Almanya’dakinden daha farklı olacağını düşünüyor musunuz? Pina Bausch evrensel olarak anlaşılabilir mi?
Başka herhangi bir filmin evrensel boyutta bu kadar anlaşılabileceğini sanmıyorum. Bunun nedeni Pina’nın sanatı. O bize asıl dilimiz olan vücut dilini yeniden kazandırdı. Hayata karşı muazzam bir heyecanı yine o düzeydeki biçimlerde gösteriyordu. Kelimenin tam anlamıyla bundan başka bir şey nasıl evrensel olarak anlaşılabilir ki?
Pina Bausch pek de sözcüklerin insanı değildi. Filminizden memnun olduğunu nasıl gösterebilirdi?
Gülümseyerek. Sadece bir bakışı yeterli olurdu. Pina’nın gözleri sözcüklerle ifade edilmeye çalışılan her şeyi anlatıyordu.
Çeviri: Erdem Korkmaz
Röportajın orijinal metnine
buraya tıklayarak ulaşabilirsiniz.