Nebraska’lı bir polis olan Kathryn Bolkovac, barış gücünde görevli olarak gittiği Saraybosna’da Birleşmiş Milletler’e bağlı Uluslararası Polis Birimi (UPB)’nin Sosyal Hizmetler Ofisi’nin başına geçer. Ama karşısına BM memurlarından UPB görevlilerine, yerel polisten barış gönüllülerine kadar her makamın bulaştığı korkunç bir sanayi olan seks ticaretinin yarattığı skandallar çıkar. Her yöne yayılan bu entrikayı ortaya çıkardıkça, kimsenin hesap vermeyeceğini de anlar. Bolkovac’in bu yapılanmayla tek başına mücadele etmesi mümkün görünmemektedir. Ama o yine de şansını denemeye karar verir.
Kanada doğumlu Ukrayna’lı Larysa Kondracki, Columbia Üniversitesi’nde yönetmenlik okurken Avrupa’da yaygınlaşan insan ticareti ve fuhuş trafiğinden çok etkilenerek araştırmalar yapıyor. Kısa bir süre sonra karşısına Kathryn Bolkovac’in çarpıcı hikâyesi çıkıyor. Amsterdam’da yaşayan Bolkovac’a ulaşıp detayları öğreniyor. Bununla yetinmeyip iki yıllık bir süre içinde The Whistleblower’ın senaryosunu birlikte yazdığı Eilis Kirwan ile birlikte sivil toplum örgütleriyle, BM ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı temsilcileriyle görüşmeler yaparak araştırmalarını derinleştiriyor. Böylece The Whistleblower’ın senaryosu şekilleniyor. Öncesinde sadece Viko adında bir kısa filmi olan Kondracki, sinemaya adım attığı ilk filmiyle gerçek olaylara dayanan büyük bir suç zincirinin tüm dünyaya duyurulmasına çalışarak çok olumlu bir iş yapıyor.
Filmini daha geniş kitlelere duyurabilmek için Rachel Weisz gibi iyi bir oyuncuyu merkeze, Vanessa Redgrave, David Strathairn ve Liam Cunningham gibi ağır topları köşelere başarıyla koyabilmiş Kondracki… Bunun meyvelerini de alıyor. Ancak bu doğrultuda bol sloganlı feminist bir Hollywood izleği benimsiyor ki, verilen mesajların etkileyiciliğini, hep barışçı, yardımsever olduğunu düşündüğümüz BM ve ona bağlı bir sürü birimin kirli çamaşırlarını cesurca ortaya döküşünü bir kenara koyarsak, bir sinema yapımı olarak polisiye gerilimin gereklerini uygulayışında pek bir farklılık göremiyoruz. Bolkovac’in uğruna savaş verdiği fuhuş trafiğinin ciddiyetini, içine düştüğü bürokratik açmazları keskinleştirebilmek için var olanlardan faydalanmak yerine biraz daha kendine özgün bir anlatım biçimi geliştirmiş olması tercih edilirdi. Bunu da henüz ilk filmini çeken bir yönetmen oluşuna bağlayabiliriz.
Yanlış anlaşılma olmasın. The Whistleblower hiç de ilk film gibi durmuyor. Tam tersi, artık sistemi şablonu oturmuş, fakat hep aynı filmleri çeken bir yönetmen havası var Kondracki’de. “Bizler buraya masum insanları korumaya gelmiş arabulucularız”, “dokunulmazlık, yapılanın yanına kâr kalması değildir”, “BM, Auschwitz’in küllerinden var oldu” gibi kör göze parmak ifadeleri havada uçuşturmasına rağmen, başlıbaşına bir sosyal sorumluluk projesi çekmediği belli. Üstelik Bosna’daki arabuluculuk anlaşmalarına milyarlarca dolar akıtan Amerikalı birimlerin ve “normal savaş fahişeleri” diye nitelendirdikleri kaçırılan kızlara karşı ahlâk zabıtalığı yapamayacağı iddiasındaki (oysa her türlü zabıtalığı yapmaya çok meraklı olan) İngiliz kökenli özel şirketlerin ipliğini pazara çıkarması Larysa Kondracki’yi söyleyecek sözleri olan iyi bir yönetmenin doğuşu olarak karşılanmayı hak edenler sınıfına sokuyor.
Osman Danacı
odanac@gmail.com