Lars Von Trier son filmi Melancholia ile karamsar sularda gezinmeye devam ediyor. Örümcek Adam filmlerinden hatırladığımız Kirsten Dunst’ın Justine rolünde depresif ve umutsuz bir karakter yaratan yönetmen sanki Justine karakterinde kendisini anlatıyor. Justine’in Fransız yazar Marquis De Sade’ın romanlarından birinin adı olması da ilginç bir ayrıntı. Hikâyede eksik ve kafa karıştıran birçok öğe var. Örneğin Justine’in depresif hâli sadece ‘hayat çok kötü’, ‘herşey kötülük üzerine kurulu’ gibi soyut düşüncelere sahip olmasına indirgenmiş. Justine’in düğününde patronunun peşine bir ajan takarak işle ilgili kızcağızı sürekli sıkıştırması da bana biraz abartılı geldi. Adam kafayı o kadar işle bozmuş ki düğününde bile kızı rahat bırakmıyor ve bir reklam kampanyası için bulacağı slogan için Justine’i sıkıştırıyor. Patron rolünde Stellan Skaarsgard ve Justine’in annesi rolünde Charlotte Rampling hep benzer rollerle karşımıza çıktıklarından olacak, artık biraz komik ve sıkıcı oluyorlar. Justine sonunda patlayarak patronuna duygularını açık açık söyleyince adamın düğünü hışımla terketmesi anlaşılır da kocası olacak adamın gidişi ne oluyor?
Trier’in kurucularından olduğu Dogma açısından baktığımızda el kamerası hissiyatı veren kamera kullanımı ve doğal ışık bir noktaya kadar işe yarıyor. Fakat özellikle son sahnelerde Melancholia gezegeninin belirgin olduğu bölümlerde özel efektler ve yapay ışık kullanımı tavan yapıyor. Dogma da bir yere kadar tabii. Filmin bence görsel anlamda en doyurucu bölümü baştaki yavaş çekimler eşliğindeki Tristan ve Isolde operasından müziğin çalındığı bölümler. Bu görüntüler filmde olacakların öngörüsü işlevini görüyor. Sonuç olarak Trier’in mesela bir Dancer in the Dark gibi seyirciyi avucunun içine alan bir film yapamadığı ortada. Seyirciye uzak ve mesafeli duran bir film Melancholia. Hikâyeyle ilgili soru işaretleri izlemeyi daha da zorlaştırıyor.
Umut Hanioğlu
umutable@gmail.com