Savaşın anlamsızlığını anlatan absürd ve trajikomik filmi Tarafsız Bölge (No Man’s Land, 2001) ile tüm dünyada kendisine hatırı sayılır bir izleyici kitlesi edinen Danis Tanovic, parlak bir çıkıştan sonra ısmarlama projelerle hız kesmişti. Krzysztof Kieslowski’nin çekmeye ömrünün yetmediği ama duyulduğu andan beri efsaneleşen üçlemesi Cennet, Cehennem ve Araf’ın Cehennem (L’nfer, 2005) bölümünü yöneten Tanovic, bu filmde Kieslowski’nin anlatımına öykünerek, ustaya şık bir saygı duruşunda bulunurken; belki de sinemasında hiç olmadığı kadar stilize ve sofistike bir filme de imza atıyordu. Ardından Scott Anderson’ın aynı isimli romanından uyarladığı Triage (2009) ile bir savaş fotoğrafçısının yaşamı üzerinden savaşın insanlarda yarattığı tahribata vurgu yapan yönetmen, son filmi Güzel Bir Hayat Düşlerken (Cirkus Columbia, 2010) ile yeniden kendi topraklarına geri dönüyor.
Yönetmen Güzel Bir Hayat Düşlerken’de, karısını ve yeni doğan çocuğunu geride bırakarak Almanya’ya kaçan Divko’nun köyüne geri dönüşünü anlatıyor. Bu geri dönüş hikâyesi bir yandan da Tito zamanındaki Yugoslavya ile Tito sonrasındaki bölünmüş Yugoslavya’yı karşılaştırmak için de bizlere epeyce malzeme veriyor. Emir Kusturica filmlerindeki gibi, arka planda bu coğrafyada yaşanan değişimi trajikomik bir hikâyeyle anlatan Tanovic, komünizmden sonra gelen faşist rejimle birlikte aynı topraklarda yaşayan insanların tişört değiştirir gibi (filmdeki karakterlerin üzerindeki milli formalar) milliyet değiştirdiklerini ve milliyetçilik rüzgârının etkisine kısa sürede kapıldıklarını da açık ediyor. Özellikle birbiriyle yaşıt iki genç çocuğun filmin başlarında birbirlerini hiç yalnız bırakmayan iki sıkı arkadaşken, bir anda birbirlerine düşman kesilmeleri belki de bütün durumu net bir şekilde ortaya koyuyor.
Danis Tanovic filmde bir durum tespiti yaparken, bununla yetinmeyerek; bu coğrafyanın dinamiklerini harekete geçiren unsurların da izinden gidiyor ve köklere ulaşmaya çaba gösteriyor. İnsanların birbirlerini boğazlamalarına neden olan husumetleri açığa çıkarmaya gayret ediyor. Bu açıdan bakıldığında, komünizm döneminde baskı altında tutulan, sistematik bir şekilde dağıtılmaya çalışılan ve göçe zorlanan faşist güçlerin fırsatçılığı bizlere durumu anlamak için önemli bir ipucu veriyor. Filmin kilit yerlerinde tıpkı Kusturica’da olduğu gibi Tanovic de, Tito zamanındaki komünist iktidara sempatisini gösterse de, yine Tito zamanındaki baskıcı politikaların daha sonraki dönem için belirleyici olduğunun altını çizmekten de geri durmuyor. Bir anda bir alev topuna dönüşen topraklarda Tito döneminden beri bir gerilimin biriktiğini ve bu gerilimin Tito sonrasında Berlin Duvarı’nın da yıkılmasıyla birlikte serbest kalarak, savaşlarla kendini gösterdiğini açık ediyor.
Filmin görünürde kalan hikâyesi zaman zaman bir farsa dönüşerek, filmin politik metnini zayıflatsa da, Tanovic ilk filminde savaşın anlamsızlığına dair yaptığı vurguyu son filminde bir adım daha ileri götürmeyi başarıyor. Bu sefer yaşanan savaşın anlamsızlığının yanında, savaşın nedenlerine ve sonuçlarına da değinmeye gayret ediyor. Bu açıdan değerlendirildiğinde Güzel Bir Hayat Düşlerken, yüzeyde bir babanın vatanına dönerek, ailesini yeniden toparlama sürecini anlatan vasat bir film görünümü verse de; arka planındaki politik meselesiyle ilgiyi hak ediyor. Kuşkusuz Tarafsız Bölge kadar net ve çarpıcı değil; ama yine de bu coğrafya üzerine bir şeyler söylemeyi başarıyor.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com