Barış Bıçakçı’nın kitabından uyarlanan Bizim Büyük Çaresizliğimiz, erkeklerin dünyasına içeriden bir bakış atarak, erkeklerin “büyüyememe” durumunu, büyümeye karşı gösterdikleri direnci anlatıyor. İki erkeğin bir kadına âşık olmasından ziyade, film üç karakterin duygusal değişimleri üzerinden ilerliyor ve asıl çaresizliğin aynı kıza âşık olmak değil, olgunlaşamamak olduğunu işaret ediyor. Fakat bunu yaparken de filmin, anlattığı erkeklerin dünyasına yakın durduğunu, işaret ettiği şeyi bir yandan da olumladığını ve bunu eleştirmek yerine sıradan bir “erkeklik hâli” olarak yansıttığını söylemek gerekiyor.
Kitabın anlatıcısı Ender, Nihal’e karşı hissettiği duygulardan başlıyor hikâyeyi anlatmaya; film ise Nihal’in ailesini kaybettiği âna götürüyor bizi ve karakterlerin yaşadıkları ortak bir travma üzerinden hikâyesini kuruyor. Ailesini küçük yaşta kaybeden Çetin gibi Nihal de bir trafik kazasında ailesini yitiriyor. Bunun travmasını atlatmak için birlikte yaşayan Çetin ve Ender’in yanına sığınıyor. İlk başlarda Nihal için bir tür kendini toparlama mekânı olan ev, zamanla üç karakterin olgunlaşma serüvenlerinin de merkezi hâline geliyor. Çetin ve Ender kendilerine sığınan arkadaşlarının kız kardeşine âşık olmaktan kendilerini alamazken, Çetin’in ağabeyinin “kendinize mukayyet olun” sözü de evin içinde çınlıyor. Hem kendi duygularına ket vuramayan hem de otoriteye karşı koyamayan iki erkeğin dramı, Nihal’in genç bir kızdan bir kadına dönüşmesiyle birlikte daha da koyulaşıyor.
Bu noktada, Bizim Büyük Çaresizliğimiz’deki erkek karakterlerin özellikle de 1980 sonrasında çekilmiş çoğu Türk filminde karşımıza çıkan erkek karakterlerle benzerliklerine de vurguda bulunmakta fayda var. Hayatla ilişkisi gibi kadınlarla ilişkisinde de varoluşsal bir kopukluk yaşayan, kötü olan bütün değerleri kadına yükleyen ve iktidarsızlığını şiddet yoluyla kapamaya çalışan ya da nihilist bir tavırla atılmış olduğu dünyada iktidarından feragat eden erkek karakterler gibi filmdeki Çetin ve Ender de iktidarsız bir görüntü çiziyor. Bir yandan Nihal’e âşık oluyorlar, ama bir yandan da “âşık olma” durumunun ne olduğunun farkında bile değiller. Hoşlanma, sevgi, şefkat gibi duygular hissederken, sürekli aşktan bahsediyorlar; oysa belki de filmde tek olmayan şey aşk. Diğer bütün duyguların oluşturduğu karmaşayı aşk olarak adlandıran ikilinin içine düştüğü çıkmazı, Ender’in Nihal’le üniversitenin kampüsünde oturup konuştukları sahnede daha net anlıyoruz. Nihal kendinden emin bir şekilde Ender’e erkeklerin kadınları neden anlayamadıklarını açıklarken, kendi durumuna da bir yandan gönderme yapıyor. Kendisine karşı atılacak bir adımı beklediğini ima ediyor. Ender ise eve döndüğünde, Nihal’de bir değişim olduğundan, artık daha çok kendine güvendiğinden bahsediyor. Meseleden tamamen uzak olan Ender’le Çetin’in Nihal’e ve aşka bakışı, bu açıdan değerlendirildiğinde 1980 sonrasındaki filmlerde görmeye alıştığımız travmatik erkek karakterlerin mevcut bakışını devam ettiriyor. Kitapta, Ender kadınların Çetin’i karaktersizleştirdiğinden, onun karakterini ortadan kaldırdığından bahsederken; sürekli aşkın ancak eşitler arasında yaşanabileceğini dile getiriyor ve Nihal’le aralarında neden bir ilişkinin olmadığını da bu şekilde açıklıyor. Kötü olanın kadına atfedilmesi ve en sonunda suçlunun bizatihi hayatın kendisi olması, karakterlerin döngüsel yaşamlarına geri dönmelerini de kolaylaştırıyor. Aşk olarak ifade ettikleri şeyi suçla, bu âşkın taraflarını ise suçlu/kurban analojisiyle açıklamaya çalışan ve sonunda da dünyaya atılmışlıklarının getirdiği ebedi bir melankoli hâliyle işin içinden çıkan karakterlerin hissiyatları bu açıdan sinemamızdaki genel erkeklik rolleriyle de paralellik gösteriyor.
Filmin esas dramasını ise, Ender ve Çetin’in Nihal’e olan hislerinden çok büyümeye karşı gösterdikleri direnç oluşturuyor. Nihal eve taşındıktan sonra bir genç kızdan bir kadına dönüşürken, Ender ve Çetin de mecburen ebeveyn rolüne bürünerek, olgunlaşmak zorunda kalıyor. Bu, bir süre devam ediyor; fakat Nihal ağabeyini ziyarete gittiğinde, görüyoruz ki ikili eve dönerken yeniden başladıkları yerdeler. Bir değişim göstermeyi inatla kabul etmiyorlar, içinde bulundukları durumdan memnunlar. Yaşadıkları duygunun tam karşılığı mutluluk olmasa da, memnuniyetleri yüzlerindeki ifadede anlam buluyor. Yaşanılan “büyük çaresizlik” de tam olarak buradan çıkıyor:”Bizim büyük çaresizliğimiz Nihal’e âşık olmamız değil, sesimizin dışarıdaki çocuk seslerinin arasında olmayışıydı. Asıl çaresizlik buydu.”(1) Ender yaşadıkları çaresizliği bu şekilde betimlerken, çocukluklarını “normal” bir şekilde yaşayamamış iki erkeğin hüznüne atıfta bulunuyor, diğer yandan da aslında çocukluğunu yaşayamama hâlinin âşık olamama hâlinden daha büyük bir çaresizlik olduğunu da işaret ediyor. Fakat gerek bu ifadede gerekse de filmin finalinde Nihal’in gidişinden doğan boşluğun langırt oynanarak kapanmaya çalışılmasında, karakterlerin büyümek istemediklerini ve yaşadıkları melankolinin varoluşlarının bir parçası hâline geldiğini görüyoruz. Ne Çetin ne de Ender yaşadıkları durumdan kurtulmak istemiyor zaten, onları oldukları kişi yapan şey esasen o “tutunamama” hâli. Fakat Nihal’in ikilinin hayatına girişi bir süreliğine ikili için “acaba başka türlü yaşayabilir miyiz?” sorusunu doğuruyor, ama bu soru cevapsız kalıyor. Çaresizlik de öyle bir sorunun ortaya çıkmasıyla baş gösteriyor. Nihal’in olmayan, belki de hiçbir zaman var olmayacak bir arzu nesnesine dönüşmesi de, ikilinin yaşadıkları düzene ara ara isyan etme isteğinden kaynaklanıyor. Nihal sadece “tutunamama” hâlinin bir metaforu sanki… Bu yüzden de, ikilinin melankoliyle bağı gibi Nihal’le olan ilişkileri de baştan sona çelişkilerle örülü. Bir yandan yaşadıkları duygu durumu veyahut karmaşası hoşlarına gidiyor, ama öte yandan da bu durumu anlamlandırmak ve bununla yaşamak istemiyorlar. Hissettikleri şey, sadece kendi aralarında paylaşılan bir his olduğunda güzel, soyutken anlamlı… Tıpkı Metin Erksan’ın Sevmek Zamanı (1965) filminde olduğu gibi, Ender de Çetin de Nihal’i, ona yükledikleri anlamdan ve onu kendi eserleri gibi görmelerinden dolayı seviyorlar, ilişki suretten öteye geçtiğinde ise bununla nasıl başa çıkacaklarını bilemiyorlar. Bu yüzden hayatın döngüselliğine kendilerini teslim ediyorlar; sonra yine bahar geliyor, yine yaz geliyor ve tekrar eden şeyler mevcut düzeni devam ettiriyor.
Kaynakça:
(1) Barış Bıçakçı, Bizim Büyük Çaresizliğimiz, İletişim Yayınevi, 2010, s. 102
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com