Özcan Alper’in Sonbahar’dan sonra merakla beklenen ikinci uzun metrajlı filmi Gelecek Uzun Sürer, bir atın vurulma sekansıyla açılıyor. Son derece görkemli ve estetik bir şekilde hazırlanmış sekans, aynı zamanda Türkiye’nin son otuz yıldır yaşadığı savaşın acımasızlığının, direnişin, özgürlüğün ve umudun karışık bir panoramasını sunuyor. Bunların hepsinin iç içe geçtiği, duyguların karşıtlarıyla anlam kazandığı, kimsenin geçmişin hayaletlerinden kurtulamadığı, herkesin kirli bir savaşın öyle ya da böyle mağduru olduğu bir hikâyeye ortak ediyor bizi.
Louis Althusser’in meşhur otobiyografi kitabının ismine gönderme yapan ve geleceğin uzun da sürse geleceğini müjdeleyerek umut verici bir söylemi baştan empoze eden film, ilerledikçe bu umuda çok da bel bağlamamız gerektiğini hatırlatıyor. Sonbahar filminde Yusuf ve Eka’nın birbirini bulmasına rağmen çıkmak istedikleri yolculuk hiç gerçekleşmiyordu. Gelecek Uzun Sürer’de Sumru ve Ahmet, Yusuf ve Eka’nın çıkamadıkları yolculuğu bir anlamda tamamlıyorlar, o ruh halini devam ettiriyorlar. Çıktıkları yolculukta kendi acılarıyla yüzleşmenin ötesine geçerek, birbirlerinin acılarıyla da empati kurup bir ortaklık yakalıyorlar; fakat bu da geçmişin hayaletinden kurtulmalarına yeterli olmuyor. Yaşanan kanlı savaşın uzantıları ne kadar umuda vurgu yapılsa da, ikilinin peşini bırakmıyor.
Temsili bir okumayla Türklerin ve Kürtlerin acılarıyla yüzleşerek birbirlerini anlama yolunda katettikleri mesafe olarak da okunabilecek yolculuk, bu açıdan bakıldığında Türkiye’deki sol hareketin Kürt meselesine (ve genel olarak ‘merkezin’ dışında kalan meselelere) uzaklığını da çarpıcı bir şekilde ortaya koyuyor. Sumru’nun ağıt derlemek için gittiği Diyarbakır’da yaşanan acılara uzak kalışı, ağıtları toplarken ağıtların varoluş nedenini kavramaktan yoksun oluşu ve iletişimde bulunduğu insanlarla arasına koyduğu mesafe solun politik eğiliminin de bir karşılığı gibi. Kendi kaybının peşinden Hakkâri’ye giden Sumru’nun, hafıza merkezindeki kayıtlar aracılığıyla yaşananları anlamlandırması ve o noktaya kadar fotoğraflara sadece dışarıdan bakması, bu bağlamda son derece anlamlı. Fotoğrafın bütününü görmeye çalışmasına karşın fotoğrafın dışında kalan Sumru, ancak ağıtların arkasında yaşanan trajediyle karşılaştığında kendi acısıyla yüzleşebiliyor ve o resmin bir parçası hâline geliyor.
Sumru’nun dönüşümü Kürt meselesindeki çoğu Türk’ün konumunu da açıklar nitelikte. Belki de film boyunca umuda yapılan göndermelere, hakikat araştırma merkezlerinin kurulacağına yönelik temennilere ve Althusser’in kitabından hareketle geleceğe duyulan özleme atıfta bulunulsa da, kanımca filmin en umut verici ânı Sumru’nun hafıza merkezindeki kayıp insanların fotoğraflarıyla ontolojik bir ilişki kurması. Bir şeylerin değişmesinin belki de anahtarı bu ilişkiyi kurabilmekte saklı. Sonuçta toplumsal travma sadece şiddete maruz kalmakla, insan hakları ihlalleriyle ya da savaş şartlarıyla gerçekleşmiyor. Bir yanıyla da modernizme içkin bir durum. Gelişimin ve değişimin sancıları da bu travmaları tetikliyor. İçinde yaşadığın evde bir yabancı ya da Arundhati Roy’un tabiriyle bir “misafir” olduğunu fark ettiğinde, modernleşmenin yarattığı travmayla da karşı karşıya kalınıyor. Sumru’nun bu anlamda yaşadığı dönüşüm, sadece son otuz yılın bir kolajıyla karşılaşmaktan öte, Türkiye’nin modernleşme sürecinde yaşadıklarının birey üzerindeki etkileriyle de yüzleşmesinden dolayı önem kazanıyor. Sumru, yaşadığı topraklarda misafir olduğunun farkına varıyor ve “ev” kavramını yeniden kurmaya zorlanıyor. Uzağında olduğu, belki de bilinçli bir şekilde yapmasa da arasındaki mesafe nedeniyle içten içe “öteki”leştirdiği bir coğrafyayla birlikte kendi yerini yeniden çizmeye ve kendi varlığını bu şekilde anlamlandırmaya zorlanıyor.
Bu noktada belki de Gelecek Uzun Sürer’in önemli zaaflarından birini de anmak gerekiyor. Diyarbakır gibi yaşamanın bile başlı başına politik hâle geldiği, köylerden göç edenlerle, kayıp yakınlarıyla, savaş mağdurlarıyla ve iktidarın her türlü tahakkümüne karşı çıkarak yaşamaya çalışan insanlarıyla son derece dinamik ve kolektif bir bölgenin filmde fragmanlaştırılarak ekrana taşınması, Sumru’nun ve filmdeki diğer karakterlerin gerçekliklerini ve dönüşümlerini de olumsuz anlamda etkiliyor. İçinde yaşadıkları ortam toplumsal ve sinemasal hafıza üzerinden birtakım göndermelerle dolaylı bir şekilde aktarılırken, teneffüs ettikleri hava ve yaşadıkları alan eksik kalıyor. Atmosfer aşırı gönderme nedeniyle fazlasıyla stilize ve kurmaca bir hâle geliyor. Diyarbakır’ı sinemada yeniden yaratmak, Diyarbakır’dan çok şey götürüyor. Sonuçta Diyarbakır’ın devlete, iktidara, topluma, insana bakışı, talepleri, sloganları, yaşama pratiği herhangi bir Batı şehrinden çok daha farklı. Onu alıp “rafine” bir hâle getirmek şehrin, insanların yaşamlarını etkileyen unsurlarını da görünmez kılıyor.
Sonbahar ve Gelecek Uzun Sürer’i kıyaslamak bu noktada belki haksızlık olur; yine de Gelecek Uzun Sürer’in güçlü sinematografisi, olağanüstü müzikleri ve desteklenmesi gereken söyleminin yanı sıra fazlasıyla dağınık bir film olduğu gerçeğini de teslim etmek gerekiyor. Özcan Alper’in Sumru’nun hikâyesinin etrafında kurduğu dünya fazlasıyla eğreti, yer yer de romantik duruyor. Karakterlerin varoluşlarını ifade etmesi gereken pek çok şeyin altı doldurulamıyor ve karakterler bir yerden sonra kendi filmlerinin başrollerini oynamaya soyunuyorlar. Yine de filmin bütün eksikliklerine karşın, Alper’in ikinci filminde de iktidarın görmezden geldiği ve üstünü örtmeye çalıştığı meselelerin peşinden giderek, Türkiye’deki solun genel tavrının aksine merkeze uzak olanla da ilgilendiğini ve solun mevcut sıkışıklığını aşmaya gayret ettiğini görüyoruz. Yönetmenin bu gayreti Sumru karakterinin dönüşüm sürecinde ortaya çıksa da, bu sürecin olgunlaşması ve genel resim içerisinde anlamlı bir yer edinmesi Gelecek Uzun Sürer’de gerçekleşmiyor. Sumru’nun hikâyesi başlı başına önemliyken, diğer yan hikâyelerin ve mekânın görece zayıf kalması filmi de olumsuz anlamda etkileyerek zayıflatıyor. Netice itibariyle Gelecek Uzun Sürer, Momi (ilk kısa filmi) ve Sonbahar’dan sonra Özcan Alper’in politik tavrından ödün vermeden sinema yapacağının altını çizerek, ilerisi için ümitlenmemizi de sağlıyor.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com