Gerçek hayatın birdenbire bir rüya olduğunun ortaya çıkması korkutucudur, ama kişinin akışkan ve sorumsuz bir rüya olduğunu düşündüğü şeyin bir denbire gerçeklik şekline bürünüp cisimleşmesi çok daha korkutucudur! (Nabokov – GÖZ)
Filmin henüz ilk sahnesinde sinema üzerine düşünmeye başlıyorum: üzerime doğru koşan köpeklerin görüntüsü, Lumiére’ lerin ilk gösteriminde üzerlerine gelen ‘tren görüntüsü’nden korkup çığlık çığlığa kaçan seyircileri aklıma getiriyor nedense. Köpekler üzerimize saldırıyor! Tehdit edercesine” köpek dişleri” ve kanlı gözlerini bize dikmişler! Ne istiyorlar bizden? İntikamlarını almak!
Beşir’le Vals
‘Sadece bir sinemacı’ isek savaş / katliam karşısında ne yapabiliriz? Sinemada tüm konular işlenebiliyor, tüm sorular sorulabiliyorken; neden “Lübnan’dan flashbackler” in filmi yapılamasın? Peki; yok saydığımız, bilinç derinliklerimizde hapis tuttuğumuz, üzerinde hiç kafa yormadığımız bir konu sinemada nasıl işlenebilir? Ya da, filmlerde therapeutic(tedavi edici, sağaltıcı) iyileşme olamaz mı? Beşir’le Vals filminden bahsediyorsak pekâlâ olabilir-miş.
Film, (artık hepimizin bildiği gibi) 1982 Sabra-Şatila katliamında İsrail ordusunda er olarak görev yapan yönetmen Ari Folman’ın kendisiyle hesaplaşmasını anlatıyor. Yıl 1982; ben daha doğmamışım, annem Lübnan’da yaşıyor olsaydı belki de doğmadan katledilecektim; film benim hikâyemi de anlatacaktı. Sahne adı: Masum Bebekler…
Bunu kişisel bir hesaplaşma /itiraf / günah çıkarma olarak da görebiliriz; toplumsal bir mesele olarak da. Ne var ki; bu gibi anlarda toplumsal bellek kişisel belleğimizle bir “savaşa girer”. Şüphe yok ki galip çıkacak olan toplumdur! Bizimle bu kanlı savaşta beraber olanlar susarlar, söyle(ye)mezler gerçeği. Oysa savaş bizim içimizdedir, bilincimizde / hayatımızdadır, her zaman birliktedir bizimle. Korkularımız vardır, katliam/savaş görüntüleri korkutur bizi. Ne zamandan beri? Gerçek, savaştan çok önce vardır! Savaş/katliamı tanırız: Autshwitz’den, Batı Cephesi’nden, İnka’lardan Maya’lardan, çok daha öncesinden tanırız… Tarihimiz savaş tarihi bir bakıma. Neler olduğu pek önemli değil, tek çözüm “iyi ama neden savaşıyoruz?” sorusunu sorabilmekte: Sabra’da, Shadila’da, Darfur’da ya da Gazze’de… Bilmek olanları dünyada ve onlara duyarlı kalmak!
Bilinç Yolculuğu
“Memory is dynamic. It’s alive. If some details are missing, memory fills the holes with things that never happened” (Filmden)
Waltz with Bashir filmi; 2004 yılında Richard Linklater tarafından çekilen Waking Life filmini hatırlatıyor: hem kullanılan teknik hem de senaryoya -bilinç akışı- yöntemi yaklaşımı sebebiyle. (Burada bilinç akışı/yolculuğu demişken bir parantez açmak yerinde olur sanırım. Bu yazı da bir anlamda aynı yöntemle yazılmıştır. Biraz kopuk görünmesine rağmen filmi izleyenler açısından takip edilebilir/anlaşılabilir olduğu umudundayım) Filme bir bilinç yolculuğu olarak bakmamın bir diğer sebebi ise yukarıda alıntıladığım sözler: Bilinç dinamiktir. O, yaşayan bir varlıktır. Eğer hafızamızda bazı küçük “kara delikler” bulunuyor ise bilinç buraları aslında hiç gerçekleşmemiş fake anılarla tamamlar. Hal böyleyse savaş/katliam algımız da çarpıtılmış olabilir mi? Daha geniş anlamda toplumsal belleğimiz /tarihimiz çarpıtılmış/çarpıtılıyor olabilir mi? Peki gördüklerimiz/hatırladıklarımız, görmediklerimiz/bilmediklerimizin ne kadarı? İşte bu açıdan yaklaşmak gerekiyor filme bence.
Savaş filmi?
Çizgiler, biz insanları ne kadar anlatır? Bu film bir savaş dansı mıdır? Aslında Beşir’le Vals’in klasik anlamda bir “savaş filmi” olmadığı ortada. Daha ziyade bir “günah çıkarma/itiraf” filmi olarak görülebilir. Böylesine ‘dramatik’ bir anıyı/olayı hatırlamamak mümkün müdür? Filmde cevabını bulur bu soru: dissociative events (ayrık hikâyeler). Yani “ya içindesindir çemberin ya da dışında” anlayışına karşıt olarak “çemberin hem içinde hem de dışında olma” halidir bahsi geçen. Oradasındır, savaşın orta yerinde ama yüreğin (eğer varsa!) dayanamaz ve kendini ortamdan soyutlarsın.
Tüm bu olanlara “küçük bir gezintiye çıkmış amatör bir fotoğrafçı” gibi savaş, yaralılar, büyüleyici savaş sahneleri şeklinde hayali bir kameranın arkasından bakmak da var; gerçek olanın bilinciyle yüreği sızlamak da… Ama ya kameramız kırılırsa? Talihsizlik… Gerçek peşimizi bırakmaz! Korku bizi ele geçirir, rahat bırakmaz. Filmdeki asker için şu sözler söylenir: Olayların dışında kalmak için bir mekanizma geliştirmişti, savaşa katılmaktan ziyade savaşı aynen bir filmde izliyormuş gibiydi. Bu film de böyle bir “savaş filmi” mi, ya biz, biz aynı şekilde mi izliyoruz bu filmi de?
Ari Folman savaş ve estetik anlayışının uyuşmadığını gözler önüne seriyor bu filmde. I bombed Sidon, Good Morning Lebanon gibi şarkı sözlerinde de Hollywood’un “kahramanlık destanı” mitini yerle bir ediyor, bunun epik bir savaş hikâyesi olmadığını ortaya koyuyor. “Kan estetiği” yapılanlardan farklı bir film var önümüzde. Ne var ki filmi “İsrail’i akladığı, Gazze üzerine hiç söz söylemediği, taraflı olduğu” gibi sebeplerle eleştirenler bir gerçeği gözden kaçırıyorlar bana göre: Bir sinemacıdan tarihçi gerçekliği beklememek lazım. Unutulmamalı ki; sanatçı toplumsal meselelere çözüm getirmekle değil bu meseleleri olabildiğince dürüst bir biçimde ortaya dökmekle mükelleftir. Film belki fazla ileri gitme cesareti göster( e )mediği için eleştirilebilir o kadar.
Biz burada savaştan bahsediyoruz Mösyö!
Ölen birisini gördüğümüzde ne hissederiz? Korku, üzüntü, dehşet, acıma… Peki, savaştaysak; gözümüzün önünde on, yüz, bin, yüz bin kişi ölüyorsa bir şey hissedebilir miyiz? Yoksa bu katliam bilincimizin algılamayacağı bir seviyede midir? Ya ölenler bizim yüzümüzden ölmüşse, ölmüşsek biz de?
Savaş bir film değildir! 20 yaşlarında çocuksunuzdur, kime ateş ettiğinizin önemi yok! Hepiniz korkuyorsunuzdur, kontrol edemiyorsunuz korkunuzu, çünkü kontrol edilemez korku! Savaş bir gezintiden farklıdır. Birden nerede olduğunuzu fark edersiniz ve korkarsınız ‘bir sonraki olacak’tan. Eee, doğaldır ki; savaş boyunca “kimi masumlar” da hayatını kaybedecektir! Öldürmeye gelince, onlar öldürmeyi iyi bilirler mi? Savaşta değişmeyen bir gerçek vardır: nerede olursanız olun bir “erkeklik meselesi”ne indirgenir savaş. “Eli silah tutmak” eli ekmek tutmak kadar önemlidir! Adam öldürmek günahtır, toplum açısından kabul edilebilir değildir. Peki ya bir “düşman”ı öldürmek?
Bu ‘erkek dünyası’nda ordu askerleri ‘Love Boat’ ile götürür savaşa, cezanız yüzünden atıldığınız hücreye ‘gazino’ derler dalga geçercesine.
Epilog
Geçmişi kurcalamak biraz tehlikeli değil midir? İstemediğimiz/kabul edemeyeceğimiz şeyleri öğrenme tehlikesi bizi beklemez mi?
“Gerçekten gitmek istemediğimiz yerlere gitmeyiz. İnsan doğası bizi “kara deliklere” inmekten alıkoyar. Bilinç bizi olmamız gereken yere ulaştırır” (Filmden)
Bu şekilde zaten Folman kendisi itiraf ediyor; söylemek istediklerini / bize söyleyebileceklerini söylediğini filmde. Soru sormak/kurcalamak, bilmek/yüzleşmek için bir başlangıçtır. Beşir’le Vals de öyle! Şimdi kendi (kişisel/toplumsal) meselelerimizle yüzleşme vakti mi, yoksa her şeyi ‘bir film’ olarak görme ve hayatımıza kaldığımız yerden (sahi nerede kalmıştık?) devam etme vakti mi? İyi de kurcalarken sonuna kadar gidebilecek miyiz?
Not: Bu yazı daha önce, 1 Nisan 2009 tarihinde Sinema Defteri adlı internet sitesinde yayınlanmıştır.
Soner Sezer
sonersezer@gmail.com