En sevdiğim yönetmen öldü benim. Başta önemini büyüklüğünü kavramadığım, beni değiştiren, dönüştüren, günlerce analizini, gösterdiklerinin anlamını çözümleyebileceğim, hissettirdiklerini ise kelimelere dökmemin neredeyse imkânsız olduğu “en film”imin yönetmeni öldü.
Bence dünyanın en güzel filmi Puslu Manzaralar’dır. En iyi çekilmiş, en güzel, en duru hikâyesi Puslu Manzaralar’dır. Çağımızın en doğru metaforu o filmdir yine; puslu, kirli, yağmurlara gebe… Hele efsane sayılabilecek final sahnesiyle.
Almanya’da yaşadığını varsaydıkları babalarını arayan iki çocuğun hikâyesini anlatan film fona ‘bir çağ yangınını’ alır.
Bireyin yalnızlığını, zavallı çaresizliğini, genel gidişat içindeki ızdırabını, düş kırıklıklarını anlatırken hepimizin benzer olduğunu nasıl da güzel betimler. Hikâyesinden öte, anlatma yöntemi, plansekanslarıyla akılda kaldı Angelopoulos, bir de imgelerinin gücüyle.
Yağmurların arasında bir kamyon, bir kız çocuğu ile olaydan çok düştüğümüz/atıldığımız bu dünyada yaşamak zorunda kaldığımız yapayalnız bırakıldığımız anların acısını, bir gar bir genç erkek, kalabalıkta bir kaç kaçak bakışma arasında o yaralayan, büyüten ilk aşkı anlatır.
“ilk seferinde hep böyle olur.”
Biz her günümüzü ailemizle birlikte geçirebilen şanslı kalabalıklardan olsak bile filmin iki çocuğun trenlerde yolculuk ettikleri ve dış ses ile babalarına yazdıkları mektupları dinlediğimiz bölümlerinde belki de kendi ailelerimizle kuramadığımız o samimi, hesapsız ilişkiye tanık oluruz.
Kendi hayat masalının içinde kaybolmak isteyen ve eninde sonunda koparak ayrıldığın ana rahmi gibi ondan kopan çocukların hikâyesidir Puslu Manzaralar. Yanarak büyümenin, büyüsen de kaybolmanın hiç bitmeyeceğinin gerçekliğidir finalindeki göğe yükselen el imgesiyle.
Bir yolculuk filmidir Puslu Manzaralar. İki çocuğun babalarını ararken çıktıkları yol. Ama baktığınız zaman, yönetmenin zamanında tanışma ve röportaj yapma onuruna eriştiğimde söylediği gibi bir “yol filmi” değildir. Onun tüm filmlerinde olduğu gibi yolculuğa çıkarken kaybolmuş bir şeyi, kimliği, kavramı belki insanlığın ta kendisini aramaktır.
Kendi ifadesiyle ‘bugünün yalnız bireylerinin sinemaya unutmak için gittikleri, hatırlamak için gitmedikleri’ düşünüldüğünde o çağımızın yangının kolektif hafızasıdır.
Sanki insanlığın bunca telaşlı zamanlarında tutmadığı günlük, sorgulamadığı davranış ve sonuçlarının ifadesidir onun sineması.
Kaydırdığı her planda yaklaştığı insanlığımız ile mesafe kurduğu gündelik hayat, koştuğumuz, yetiştiğimiz, kader bildiğimizi sorgulayan ustanın yattığı yer ışıklarla dolsun.
Eda Günay
edagunay.is@gmail.com