Yönetmen koltuğu bir anarşiste dar gelirdi herhalde. Gerçi şu tahttan inmeyen demokratın samimiyeti ve şerefi bir yana, hizmetleri eserinin derinliğinde gayet ihtişamlı parlayabilir. Sorun belki en açık haliyle yönetmen filmi hakkında konuşmaya başladığında ortaya çıkıyor. Yüzeye yüklenen aşırı hakikat katmanı, çok daha vurucu olabilecek detayları boğuyor. En azından çarpıtma, dikkati yönlendirme ve parlak unsurların bu demeçlerle feda edilmesi Dear Wendy filminin talihi açısından üzücü. Üstelik Amerika’nın emperyalist politikalarına sandıkları kadar keskin bir eleştiri yöneltmiş de değiller. Aksine oldukça tehlikeli sularda politika yapmaya çalışırken sık sık yöntemi aklayan bir söylemi benimseyebiliyorlar ve sanırım biraz da bu ihtiyatsızlık seyircide hayal kırıklığına yol açtı. Bir şeyler dönüyor, ama kimse tam olarak gerçekleşenin veya karşısında durulanın ne olduğunun farkında değil gibi (do you, Mr. Jones?). Oysa tam da ortalığı bulandıran bu absürtlüğe tahammül edebilirsek Dear Wendy mükemmel bir oyun alanına dönüşüyor. Bu karnaval havasınıysa senaryoyu yazan Lars von Trier’e borçlu olduğumuza inanıyorum. Dahiyaneydi.
Filmin psiko-politik vurgusu hep silahlarla olan ilişkiden yana ağır basmış. Bunu insanlarla ilişkilere çevirerek başlayalım. Ortada ciddi bir oluşum var, pek gayri ciddi dursa da. Silahlar çevresinde kurulmuş gibi görünüyor, bütün ritüelleri ve hatta manifestosu o eksenin üstüne inşa edilmiş. Fakat anlamı yükleyenlere göz atsak fena olmaz.
İtiraf Edilemeyen Cemaat adlı kitabında Blanchot, Bataille’dan aktardığı alıntıyla bizim kaybedenlere göz kırpıyor: “Cemaati olmayanların cemaati”, keyfi olmayan, zorunlu ve henüz fark edilmemiş bir cemaat. Dandy öncesi durum, yani cemaatin yokluğuyla kendini tanımlayan varoluş. Bu haliyle bir imkansızlıktan fazlası olmayı başarıyor bu tasarı, aslında iyimser anlamda politik bir yanı da var. Çünkü “bir yetersizlik ilkesi” sahiden de her varlığın temelindeyse bunun kaybedilmiş bir şeyden, bir nostaljiden ziyade ileriye yönelik bir arzu olduğunu varsayabiliriz. Jean Genet’nin hayatı iyi bir harita çiziyor: Amerika’daki siyahlar (Kara Panterler olarak değil), Alman şehirlerinde gezinen solcular (RAF olarak değil) ya da İsrail politikalarından etkilenen Filistinliler (FKÖ olarak değil) henüz itiraf edilmemiş bir cemaatin üyeleri gibi bütün dünyaya yayıldığı sürece bu garip dostluk başka hiçbir simetriye veya fedakarlığa ihtiyaç duymadan bize Öteki’lik hakkında fikir verecektir. Dandy’ler acınası derecede komik ve çoğu yönden pek ümit vermiyor ilk bakışta, evet, ama ortaya çıkışıyla bile ortaya bir şey koyuyor. Negatif cemaatin “ölüme göre düzenlenmiş” esersizliğinin yıkıldığını görüyoruz. Açıkçası böylesi bir karmaşayı da ancak saçmalayarak filme dönüştürebilirdi Vinterberg. Olmayan-yer anlamındaki ütopyadan bahsediyoruz.
Yine de film önümüzde olduğu sürece Dandys’lerin ortaya koyduğu eseri inceleyebiliriz. Manifesto dilinde kuralları bildirirken Dick şiirselliğin uçlarında, öldürmeye “sevi” (Loving) adını koyuyor. “Sevi asla ve asla gerçekleşemezdi, çünkü bu her şeyin sonu olurdu.” Bu cümle tabii ki akla hemen Lacan’ın cinsel ilişkinin imkansızlığına dair ünlü formülasyonunu getiriyor. Bilinç düzeyinde konuşursak ne mutlak olarak, ne de sembolik düzlemde, yani dil içinde, hatta onun sayesinde aktarılan gösterenler olarak ilişki vardır. Yalnızca organ veya bölgelerin hazzından bahsedebiliriz ya da tam anlamıyla bir boşluktan, ki geldiğimiz yerde bu ikisi eşanlamlı sayılır. Dolayısıyla Dick’in bilinçdışından (Ama onun da dışından değil kesinlikle!) konuştuğunu düşünelim, silahın fallus yerini nasıl aldığı filmde slayt olarak gösteriliyor zaten. Sevi ise bu durumda konuşulmayan mahremdir, sırrın ta kendisidir ve bizzat hazza hizmet eder. Şöyle: “zevk-fazlası… psişik sistem içinde tutulu kalan ve fallus tarafından buradan çıkışı engellenen zevke tekabül eder.” (J. D. Nasio) Bu yüzden silahlarını sözde (asıl) yapılış amaçlarına uygun kullanmayı reddetmeleri Dandy’lerin asilliğinden değil, bilinçdışı güdülerin asıllığından kaynaklanır.
Trier’e hakkını teslim etmek gerekiyor, “sevi” mükemmel bir buluş ve anlatmayı film boyunca sürdürüyor. Öyle ki silah her ateşlendiğinde, hedefin canlılığı fark teşkil etmeden, Dandy’lerin yazı’sına tanık oluyoruz. Jim Jarmusch’un Dead Man filminde Hiç-Kimse, William Blake ismindeki kahramana şöyle ders veriyordu: “O silah senin dilinin yerini alacak. Onun üstünden konuşmayı öğreneceksin. Ve senin şiirlerin artık kanla yazılacak.” Karakterlerin isimlerini hiç sormayın, sanki ben koymuşum gibi duruyor değil mi? Önemli değil. Hiç-Kimse bilgeliğiyle bize Blanchot’nun da bahsettiği “konuşma haline sokulmamış” yazının imkanlarını sunuyor. Söz, hakim olunamayan anlamı imlemeyi başarır böylece. Beklenen itirafın yerini tutarak onu erteler. Polis memurlarına doğrultulduğunda bile Wendy suskunluğunu bozmamaktadır aslında, çünkü Lacan’ın gösterdiği gibi mutlak bir cinsel ilişkiden bahsedemeyiz. Sevi, iptal edilir.
İster istemez akıl ölüm meselesine takılıyor, eyvallah, bunca laf, fakat bu filmde kimsenin ölmediğini mi iddia edeceğiz? Kazanmak için değil belki ama, evet, durum buysa… İddiayı sonuna kadar götürmek de mümkün.
Dandy’lerin dışarı ilk çıkışını hatırlayalım, geceleri sokakta gösteri yapıyorlardı. Kıyafetleri ve hareketleriyle şaklabanlık, yanlarındaki tabancaları düşünürseniz aslında serserilik ve zorbalık. Bu performansın sokağa, yani dışarıya taşınması önemli. Negatif cemaatten ileri bir adım. Daha önemlisiyse deneyimin birlikteliğine dair şahane bir örnek olması. Görünürde herkes hem kendi bireyselliğini ifade etmekte hem cemaat duygusunu yaşatmaktadır, ama bu performansların bize deneyimin tek bir kişi için gerçekleşmeyeceğini göstermesi daha dikkat çekici. Deneyim, ötekine ihtiyaç duyar. Yalıtılmış kimse, yalıtılmış bir his yoktur. Yalnızca etkilenmeden bahsedebiliriz. Öyle bir etkilenme ki cemaatin üyelerini birbirine bağlayan bir yanılsama yaratır. Blanchot kurmuş:
“-Ben ölürken seni yaşatan yanılsamada. Buna da şu cevap verilir:
-Sen ölürken seni öldüren yanılsamada.”
Filmin son sahnelerinde Sebastian, Wendy’ye uzanarak Dick’i vurduğunda Dick’in sahiden öldüğünü öne süremeyiz bu nedenle. Ama “Ötekinin Ölümü” mevcuttur, bir etkilenme, belki bir yanılsama olarak. Benzer bir mantıkla; görevi yerine getirmek için hayatlarını veren diğer Dandy’ler de aşkın bir yücelik olarak cemaatin, Dandy’nin sürmesi uğruna kendilerini feda ediyor falan değildir. Aksine istenen, yalnızca cemaatin sona ermesidir ve bütün filmde saydığımız tek ölüm de budur. Parmakla giderseniz, 11. ölüm.
Büyük bir film Dear Wendy. Şiddetin araçsallığını tartışmaya açmasıyla bile ses getirebilirdi. Nitekim Genet, “Şiddet ve Zorbalık” makalesinden az çekmedi. Fakat bu konuda öyle izleyen herkesi ikna edecek kadar da tutarlı bir film sayılmaz, çoğu noktada kendi kendisini çürütmekten kaçınmıyor. Silahın doğası, insanın niyeti, antimilitarizm, emperyalizm gibi konulardaki tezleri üstünde pek düşünülmemiş sanki. Bu yüzden onun görkemini başka yerlerde aramak gerekiyor. Eski maden ocağının, hatta öncesinde Dandy’lerin dışlandığı kasabanın karanlığı bu nedenle dans etmeye uygun.