14-24 Şubat arasında İstanbul’da, 28 Şubat – 3 Mart tarihlerinde Ankara ve İzmir’de gerçekleşecek !f 2013’ün merakla beklenen programı nihayet açıklandı.
Programda öne çıkan filmlerden gözümüze çarpanlar, merak ettiklerimiz ve önerdiklerimizden bir derleme hazırladık.
Keşif Bölümü
Kara Göl (Black Pond)
Will Sharpe ve Tom Kingsley’in birlikte yönettikleri İngiliz kara komedisi Black Pond (Kara Göl) ise seyirciyi ters köşe yatıran filmlerden. Dört kişilik bir aile, bir günlüğüne misafirleri olan tuhaf bir adamı öldürmekle suçlanmalarını anlatan film, çarpık mizahı, iddiasız derinliği, saçma sapan diyaloglarla güzel sözlerin, şiirin tuhaf karışımı ve dünyanın en heyecansız cinayet gizemiyle türünün tek örneği.
Öldürme Eylemi (Act of Killing)
Joshua Oppenheimer, Christine Cynn, Anonymous’un Werner Herzog ve Errol Morris’in yapımcılığında çektikleri Act of Killing (Öldürme Eylemi), karaborsada sinema biletleri satan Anwar ve arkadaşlarının ufak ‘sinema çetesi’nin, daha sonra milyonlarca kişinin öldürülmesinden sorumlu paramiliter, aşırı sağcı bir örgüte dönüşmesini anlatan sarsıcı bir film.
Zerre
Bir diğer kadın hikâyesi de Türkiye’den geliyor. Erdem Tepegöz’ün Antalya’da en iyi yönetmen ve kadın oyuncu dahil dört ödül birden kazanan filmi Zerre, karanlık bir dünyaya sokuyor seyirciyi. Annesi ve kızıyla hayatını devam ettirmeye çalışan Zeynep’in, bir tekstil atölyesindeki işinden kovulduktan sonraki iş bulma mücadelesini izlediğimiz filmde, Jale Arıkan’ın oyunculuğu özellikle dikkat çekiyor.
Galalar Bölümü
Bambaşka Bir Ülkede (Da-reun na-ra-e-suh)
Hong Sang-soo’a aşina olanlar bilir, onun hikâyeleri kendi bakış açımızı ne kadar eğip bükebildiğimizin sınavı gibidir. En basit hikâyelerin alışılmadık şekillerde derinleşmesi ya da kavramların yüzeysel bir şekilde birbiri içine geçmesi bizi hem şaşırtır hem de eğlendirir. Bambaşka Bir Ülkede’de Isabelle Huppert, Mohang kıyısında küçük bir otelde konaklayan üç farklı kadını canlandırıyor. Üçü de Fransız, üçünün de ismi Anne, üçü de aynı insanlarla, benzer tuhaf durumlarla karşılaşıyor. Yanlış anlaşılmalar, kültürel farklılıklar, kadın-erkek ilişkilerinin mekân ve zaman tanımayan klişeleri… Öyle sahnelere tanık olup, öyle diyaloglara kulak misafiri oluyoruz ki bunların garipliğini ve gülünçlüğünü bir kenara koyup mantıklı olmanın gerekip gerekmediğini sorgulamaya başlıyoruz. Bambaşka Bir Ülkede ülke metaforu üzerinden anlatılan ‘ötekilik’ üzerine bir şiir gibi.
Pas ve Kemik (De Rouille et dos)
Audiard, konvansiyonel hikâyelerin pasını kemiğini anlatmayı seven müthiş detaycı bir yönetmen. Buradaki de, iki yaralı ruhun aralarında oluşan bağ üzerine bildik bir hikâye aslında. Stephanie, korkunç bir kaza sonrasında iki bacağını kaybetmiş bir katil balina eğitmeni. Ali ise beş yaşındaki oğluyla birlikte yaşamak için kardeşinin yanına taşınan eski bir dövüşçü. Stephanie hem bir prenses, hem de bir canavar. Ali ise kaba saba halinin ardında şefkatli bir kalp barındıran kayıp bir ruh. Mekan Cote d’Azur’da bir kasaba ama bu cennet köşesi herhalde hiçbir filmde bu kadar albenisiz görünmemiştir. Zira yönetmen kamerayı cazibe noktalarına değil, Fransa’nın sosyal gerçeklerine yöneltiyor ki bu da Ali’nin kardeşinin ailesiyle temsil ediliyor. Audiard tüm bu karmaşık duygu ve olguları sanki karakterlerinin içinden çekiyormuş gibi işliyor ve seyirciye yılın en vurucu melodramını sunuyor.
Frances Ha
Frances bir dans kumpanyasında çırak olarak çalışsa da bir dansçı değildir. Büyük ve teferruatlı hayalleri olmasına rağmen, New York’ta yaşamanın ekonomik zorluklarından o da payını almaktadır. Oda arkadaşı Sophie’yle de araları bozulduğunda, henüz adım attığı yetişkinler dünyası Frances için iyice şaşırtıcı bir hal alır. Woody Allen’ın Manhattan’ını hatırlatan nefis siyah-beyaz görüntüleri, Greta Gerwig’in akıldan çıkmayacak doğaçlama anlarla dolu performansı, Frances Ha’yı senenin en büyüleyici seyirliklerinden biri yapıyor. Frances’in yersiz yurtsuzluğunu vurgulamak için sürekli değiştirdiği ev adreslerinin etrafında kurulan bu gösterişsiz başyapıtın yaratıcılığı hiç tükenmiyor. Filmin senaryosunu Noah Baumbach’la birlikte kaleme alan Gerwig’in de bir röportajında dediği gibi, Frances Ha melankolik bir neşe yakalamaya çalışıyor.
Jin
Eğer bir filmle ilgili en iyi açılış diye bir yarışma olsa – ki belki vardır – bu film onun kazananı olur. Dağın el değmemiş bir noktasında nefis bir manzara, tam bir sukünet, ağaçlar, bitkiler, kuşlar, kaçan bir hayvan, saklanan bir diğeri ve bir çift badem göz. Doğadaki her şey gibi ürkek, masum ve vahşi görünen bir çift kadın gözü. Derken bu mükemmel tamlıkta sahneye düşen ve her şeyi yok eden bir bomba. Reha Erdem, Kosmos’da ustalaştığı şiirsel sinematik anlatımına devam ediyor. Bu kez çok gerçek bir konuyla ilgileniyor: PKK kaçağı Kürt bir kızın doğunun damgalanmış dağlarından inip, batının rüya dünyasına – dayısının İzmir’deki evine – yaptığı yolculuk. O, yolda pek çok tehlikeyle karşılaşırken, biz de Türkiye’nin sorunlarına bir kere daha tanıklık ediyoruz. Ama yönetmenin büyülü şamanik dünyasını ve şiirin merhametsiz güzelliğini hiç mi hiç terketmeden.
Kutsal Motorlar (Holy Motors)
Leos Carax’ın son filmi gösterildiği her yerde “tamamen farklı” ve “tuhaf” etiketleriyle tanımlanıyor. Film, izleyiciyi Paris sokakları diye bildiğimiz ama daha sonra tamamen tuhaf bir manzaraya dönüşen yerlerde tüyler ürpertici bir yolculuğa çıkarıyor. Gerçekle sanalın iç içe geçtiği, düşle kabusun ortaklaşa yaşandığı filmde, Carax’ın karakterlerinin ne zaman gerçek hayatlarını yaşadıkları ne zaman rol yaptıkları kestirilemiyor. Farklı bir film izlemek isteyenlere duyurulur.
Devam etmeni ne sağlıyor Oscar? Cevap: Eylemin güzelliği. Bir gün içinde Paris’te dokuz ayrı karaktere bürünen bir adam. Bazıları bu filmi yılın en iyi yapımı ilan etti, başkaları ‘gözüpek ve dahiyane’ olarak tanımladı. Oscar bir işadamı. Çok zengin ve gizemli bir adam tarafından tuhaf bir iş için görevlendiriliyor. Bir limuzinin içinde kılıktan kılığa girerek çeşitli randevulara gidecek. Bazen bir dilenci, bazen yeğenine veda eden yaşlı bir adam ya da bir cambaz olacak. Ama neden? Filmde, çok sayıda derin ve felsefi yorum yapılmasını sağlayacak malzeme var. Ama belki de hepsi sadece zevk içindir. Çünkü bir nedeni olsun ya da olmasın, bu filmi izlemek son derece büyülü ve esrarengiz bir deneyim: komik, hüzünlü, duygulu, çılgın ve gerçeküstü. Carax, sinemanın sınırlarını biçim ve içerik olarak sonuna kadar zorlayarak, sadece hikâye anlatmaya yaramadığını kanıtlıyor.
Laurence Anyways
Laurence Anyways, Kanadalı harika çocuk Xavier Dolan’ın bugüne kadarki en iddialı filmi olabilir. Dolan yine Montreal’de geçen marazi bir aşk hikâyesiyle karşımızda. Laurence, üniversitede edebiyat profesörü ve yazar, kız arkadaşı Fred ise hayatını yönetmen asistanlığı yaparak kazanan bir sanatçıdır. Daha ilk andan onlarınkinin çok sahici, tutkulu ve tuhaf detaylarla örülü bir aşk hikâyesi olduğu bellidir: Birbirlerinin bedenlerine şiirler yazıp, ilişkilerindeki hazzı azaltacak şeylerin listesini yapmaktadırlar. Ta ki bir gün Laurence kadın olmak istediğini açıklayana kadar. Dolan, baş döndürücü renkleri ve boş mekânları olağanüstü şekillerde kullanarak Fred ile Laurence’ın ilişkisini on yıl boyunca izliyor. Sonuç yalnızca Dolan’ın üslubunun ve fikirlerinin etkileyici bir sinemasal deneyime dönüşmesi değil, aynı zamanda aşkın iç burkucu ve kalp kırıcı bir tasviri de.
Gerçeklik (Reality)
Napolili Luciano, balıkçılıktan kazandığı mütevazi gelirini, karısı Maria’yla çevirdikleri ufak, zararsız dolandırıcılık işleriyle takviye etmektedir. Çevresinde çok sevilen, her fırsatta etrafındakileri eğlendirmeye meyilli Luciano, bir gün ailesinin de ısrarıyla ‘Big Brother’a (İtalya’nın ‘Biri Bizi Gözetliyor’u) katılmaya karar verir. Ünlü de olmayı çok isteyen Luciano bu duruma hazırlıksız yakalanır ve gerçeklik algısı değişmeye başlar. Luciano’nun hırsını merkeze alan film, eğlenceli bir biçimde hem medya ve televizyonun hem de gözetim ve şöhretin günümüz bireyi üzerindeki etkilerini sorgulamak için bir fırsata dönüştürür. Matteo Garrone’ye bir önceki filmiyle Cannes’da Jüri Özel Ödülü’nü getiren etkileyici kara komedi yeteneği bu fimde de kendini gösteriyor. Bu nefis film, hicivli tonuyla, bir yandan büyük İtalyan komedilerini diğer yandan da Scorsese’nin King of Comedy’sini hatırlatıyor.
Tabu
Bresson, sinematografi üzerine notlarında sessizliğin filmler sesli çekilmeye başladıktan sonra keşfedildiğini hatırlatır. Miguel Gomes, siyah-beyaz çekilmiş nefis filminde bu ideali son derece özgün bir şekilde ters yüz ediyor. Film, Murnau’nun, Buñuel’in ve sömürgeci geçmişin melankolik hayaletleri aracılığıyla bu sessizliği kökenlerine iade ediyor. Hikâye bizi, tüm zamanını hayır işlerine adayan ve yaşlı komşusu Aurora’ya destek olmaya çalışan huysuz ve ihtiyar bir kadın olan Pilar ile tanıştırıyor. Aurora ise bir yandan tüm parasını kumara yatırıyor bir yandan da hizmetçisi Santa’nın kendisine büyü yaptığını düşünüyor. Aurora oldukça sıradışı bir istekte bulununca diğer ikisi bu karşılaşmanın sonuçlarını izlemek üzere ona eşlik ediyorlar. Sinemanın kendisi üzerine derin derin düşünen Tabu, yaratıcı fikirleri kadar yapımındaki ustalıkla da öne çıkan ender filmlerden.
Oyun Bölümü
Antiviral
Brandon Cronenberg babası David Cronenberg’in izinden gidiyormuş gibi görünüyor. Sanki ikisinin de kafası aynı şekilde çalışıyor fakat Brandon’ın tarzı biraz daha gösterişli. Filmde, starlara daha yakın hissetmek için onların mikroplarını kapmak isteyen insanların olduğu bir çağdayız. Bunu yapan gayet saygın klinikler bile var. Syd, bu kliniklerden birinde çalışıyor. Kolay yoldan büyük paralar kazanmak için ünlülerin virüslerini vücudunda taşıyarak kaçakçılara satıyor. Bir gün starlardan birinin ölümüne neden olan bir virüs kapıyor ve işler karışmaya başlıyor. Bilimkurgu gibi ilerleyen film birden grotesk bir korku hikâyesine dönüşüyor. Film, bize yarattığımız star kültürünün geldiği uç noktalardan birini gösteriyor. Cronenberg, ilk yönetmenlik denemesinde hem biçimi hem içeriği oldukça iddialı olan Antiviral gibi bir projenin altından başarıyla kalkıyor.
Berberian Sound Studio
Evinden uzakta, yalnız ses mühendisi Gilderoy kendisini İtalya’da Suspiria benzeri bir korku filmi olan The Equestrian Vortex’in setinde çalışırken bulur. Tuhaf olan sadece bir giallo setinin çağrıştırdıkları değildir. Filmin (filmin içindeki filmin de) etrafını saran atmosfer de karşımıza çıkan karakterler kadar tuhaftır: alaycı, manipulatif yapımcı Francesco, beklenmedik anlarda operatik çığlıklaryla karşımıza çıkan kadın oyuncular ve filmin bir türlü bitmeyen post prodüksiyonu. Gilderoy bütün bunlara rağmen İngiliz naifliğini ve kibarlığını elden bırakmaz. Görüntü yönetmenliğini Nic Knowland’ın (Benjamenta Enstitüsü, 1995), yapımcılığını Keith Griffiths’in (Amcam Önceki Hayatlarını Hatırlıyor, 2010) üstlendiği film Broadcast’in müzikleri ve Toby Jones’un muazzam performansıyla baştan çıkarıyor. Peter Strickland bu ikinci filminde sadece İtalyan giallo filmlerine bir saygı duruşunda bulunmuyor, sinemanın kendisinin çok incelikli bir eleştirisini de yapıyor.
Detayları:http://www.ifistanbul.com/tr/index.asp adresinden öğrenebilirsiniz.