Üçüncü filmin Laurence Anyways oyuncu olarak yer almadığın ilk filmin.
Filmde benim için rol yoktu. Gerçi kamera arkasında, aktörleri yönlendirirken, sahne aralarında konuşarak bu filmde de rol aldığımı hissettim. Sanki tamamen onlarla beraber oynuyormuşum gibiydi. Seve seve Laurence olurdum ama bu kez de Suzanne’a rol verme seçeneği ortadan kalkardı zira aramızdaki yaş farkı biraz abartı hatta aşırı kaçabilirdi. Bu benim yönetmenliğe odaklanmam için bir fırsat oldu.
Ama oyunculukla işin bitmedi?
Hayır! Sonraki filmimde rol alacağım. Oyunculuk yapmanın benim için ne kadar önemli olduğundan röportajlarımda sürekli bahsediyorum. Cannes’da bu kadar uzun süredir bulunmamın sebebi diğer yönetmenlerle tanışıp başka biri için oyunculuk yapmayı ne kadar istediğimi söylemek. Eğer yapmaya devam edersem gerçekten iyi bir aktör olabileceğime inanıyorum.
Bir film fikri aklında ne kadar çabuk gelişiyor?
İşin aslı, bu film için yaklaşık 35 saniye sürdü. Laurence karakterine ilham veren insan kendi hikâyesini anlatmaya başladığında, ben de onu işlemeye ve kafamda senaryoyu yazmaya başlamıştım. Eve gittiğimde 30 sayfa kadar yazdım; hikâyenin başı ve sonu hariç hemen hemen her şeyi. Başladığım anda, en azından bir yılımı bunu yazarak geçireceğimi fark etmiştim.
Laurence Anyways 80’ler ve 90’larda geçiyor. Bu dönemde seni çeken bir şeyler var mı?
1989’da doğdum ve 90’larda büyüdüm ama bu yıllara özel bir ilgim yok, sadece film için ilgi çekici dönemlerdi. İnsanlara omuzlarında koca vatkalar olan korkunç kıyafetler giydirmek en büyük hayalim değil. Hikâye için iyi bir politik ve sosyal bağlam gibi göründü. O dönemlerde bir değişim yaşanıyordu, Berlin Duvarı’nın yıkılması gibi olayların neticesinde insanlar hâlâ sosyal kalkınma yanılgısı içindeydiler. Ayrıca, AIDS homoseksüellere karşı olan önyargıları arttırmıştı. Laurence için, içerik açısından, kendini ait hissedebileceği bir zamandı. Fakat ben kesinlikle 90’lara takıntılı değilim, bu sadece benim çocukluğumun ve anılarımın geçtiği dönem.
Fimde bazı çok ilginç müzik seçimleri yapmışsın; Duran Duran’le Brahms’ı, Depeche Mode’la Celine Dion’u karıştırmak gibi.
Genel olarak büyük bir müzik hayranıyım, özellikle de iyi müziğin. Bunu, hayatımın belirli bir döneminde beni mutlu etmiş müzik ve keşifleri Laurence karakterine de vermek benim için keyif vericiydi. Bazı insanlar filmlerimde çok fazla müzik olduğunu söylüyorlar. Ben de sonuçta çok fazla olduğunu düşünebilirim. Ama benim için sinema bu zaten. İnsanların minimalist oyunculuğa takıntılı olduğu bir on yıla girdik. Ancak bu sürerken her filmde Broken Flowers’taki Bill Murray gibi oynayamazsınız çünkü işin tadı bir noktadan sonra kaçar. Benim karakterlerim abartılı, fazla gösterişli gibi geliyorsa… bu benim umurumda bile olmaz. Ben film yaptığım için heyecanlıyım! Müzik için de aynı. Bir şarkı dinliyorum ve hemen düşünmeye başlıyorum. “Bu proje için mükemmel.” Belirli bir şarkının üzerine sahneler yazıyorum. Müzik uzun bir zaman için sinemanın tek sesiydi; sinemayla organik bir bağı var. Bu yüzden kendimi dizginlemek, filme ne kadar müzik koyacağımı düşünmek için hiçbir sebep göremiyorum. Kendime bunu sormak istemiyorum. İnsanlar filmde fazla müzik olduğunu düşünebilirler ama benim için durum böyle değil. Bana göre, müzik filmin ruhudur.
Peki bu, perdedeki duygulara nasıl aktarılıyor?
Romantizm ve umutsuzluğu sevdiğim kadar güç ve hırsı da seviyorum. Bunların hepsi filmlerimde var. Örneğin, (açılış sekansında kullanılan) Visage’dan “Fade to Gray” o kadar görkemli ve seksüel ki bir kişinin giriş yapması için mükemmel. Kullandığım sahne tamamen fantezi, gerçek değil; Laurence gerçekte bir rüzgârla giriş yapmıyor. Bu, onun hayal ürünü. Bu müzikal tema da Laurence’la özdeşleşiyor.
Bir röportajında okuduğumu hatırlıyorum, I Killed My Mother için ilham kaynağın olarak Thomas Mann’ın Death in Venice’ini ve Alfred Hitchcock’u saymıştın. Laurence Anyways için en çok etkilendiklerin nelerdi?
Çoğunlukla resimler, fotoğraf albümleri. The Silence of the Lambs sevdiğim yakın çekimlere ilham verdi: çok küçük alan derinliği, gözetlenme hissi, kameraya direkt bakışlar. Gerçi buna ilham diyemem, bu tüm yaptıklarınıza renk veren bir şey. Bu filmde, toplumun insanlara nasıl baktığını anlatıyorum, dolayısıyla karakterlerin doğrudan objektifin içine, seyircinin gözlerine bakmaları cazip geldi. Ayrıca film bir dizi görüntüyle açılıyor: Laurence’ın caddede yürümesi, siste kaybolması ve burnundan içine çekmesi, on yıl öncesi.