Varoluşçuluktan başımızı kaldırıp varoluşa dönmenin vakti Uyuyan Adam’ın anlatıldığı kip* ile geliyor. Fakat eserin (Bir film, yoksa bir kitap?) ikinci şahsın bölünmezliğine yaslanan üslubu o kadar kırılgan ki taklit etmeye çalışmak elimize yüzümüze bulaşmakla sonlanacaktır. “Sen”, otobiyografik bir zamir olarak öte’yle olan bütün temasları üstlenmişse hiçbirimize kaçacak bir gramer çatlağı bırakılmaz. Edebiyatla sinema da zaten burada kenetlenir; seyirci, artık okumak zorundadır.
Uyuyan Adam’ı Sosi Dolanoğlu çevirisiyle kaç kez baştan sona bitirdiğimi, neden hala neredeyse ezberlediğim pasajları tekrar tekrar okuduğumu bilmiyorum. Fakat bu, onu üçüncü izleyişim ve yaklaşık bir yıl sonra Uyuyan Adam sanırım yeni bir metni hak ediyor. En başta söylemeliyim ki eğer Georges Perec’in eseri (Eserleri?) benim hayatımda bu kadar yer tutuyorsa bu, Uyuyan Adam’da kendimi bulduğum için değil; kendimi yazdığım için muhtemelen.
Sosyal yaşamdan çekilen, dış dünyayla bütün köprüleri yakma niyetinde bir karakterimiz var. Alarm saatine yanıt vermeyen, okul zillerine ya da başka herhangi bir dışsal uyaranaysa tamamıyla kayıtsız kalacak genç bir adam. “No alarms and no surprises please…”, bir kararsızlık hali değil; aksine karar-sızlık’tır onun içine düştüğü hiçlik. Çatı katındaki daracık dairesinde “yalnızca bekleyecek bir şey kalmayana kadar beklemek…” Adeta modern bir Zen pratiğini, bir yandan da onu bütün bilgeliklerinden arındırarak hayata geçirir vazgeçtiği her şeyle. Hiçbir arzu, hınç veya isyan tarafından işaretlenemeyecek olan bitkisel varoluşu nicedir yalnızca süregelmekte, iptal edilmiş hayatıysa “şeffaflığın, hareketsizliğin, varoluşsuzluğun sanatını” öğrendiği negatif bir sonsuzluğa açılmaktadır.
Filmde birebir kitaptan alınmış cümleler dışında- doğal olarak- bir diyaloga rastlamıyoruz. Fakat bu, onun kendi dilini oluşturamayıp romanda olmayan hiçbir şey söyleyemeyeceği anlamına gelmiyor. Duvarına eklenmiş olan o Magritte posteri mesela (La reproduction interdite – Not to be reproduced) bir sahnede karakterin aynalar yardımıyla çoğaltılan imgesine müthiş bir ironi oluşturur. Yineleme, Uyuyan Adam’ın elinden gelen tek şeydir ve bizzat Magritte tarafından yasaklanmıştır aslında.
Ayrıca seslerin da özellikle Uyuyan Adam’ın dış dünyayla temaslarını aktarabilmek için oldukça yerinde kullanıldığını –ve kullanılmadığını- söyleyebiliriz. İlk sahnelerin birinde arkadaşları onu yoklamak için dairesine gelir. Kapıya vurulduğu –biraz beklenip- sonra biraz daha yüksek sesle yine denendiği söylenir bize fakat sesi duyamayız. Anlatının yalıtılmış anaforunda dış dünya kaybolur ve yüklerden arınmış dinginlikle, Uyuyan Adam’ın “dinlemeden duyan, duymadan dinleyen” aleminin duyu ötesiliğiyle, tepkisizlikle baş başa kalırız. “Sabırlısın ama beklemiyorsun, özgürsün ama seçmiyorsun, müsaitsin ama hiçbir şey seni harekete geçirmiyor.”
Yine de neredeyse üzücü bir şekilde adım adım onun başarısızlığıyla yüzleşmek zorundayızdır. Varoluştaki yetersizliğini, seçtiği yaşam biçimini kast etmiyorum; çünkü asıl varoluşsuzluğunda kaybeder o. Bunun ilk belirtisi şüphesiz parkta karşılaştığı yaşlı adam olur. Bastonuna dayanmış bir biçimde saatlerce oturup boşluğa bakan bu tuhaf adam onu alt eder. Hiçbir amacı olmadığını düşünen Uyuyan Adam –pek aldırmaz görünse ve anlatılsa da- gözlerini bile kırpmayan, dudaklarını hele hiç oynatmayan bu adam karşısında yenilir; projesi –varlığını açığa çıkarak- çöküşün ilk izlerini vermeye başlar. Sırları ve zayıflığı olmayan bu yaşlı adam gerçek bilge, zamanın ve meditasyonun aranan efendisi gibidir. Uyuyan Adam içinse yaşlılık yorucudur, çabuk pes eder, kımıldanır. Leonard Cohen “There is a crack in everything, that’s how the light gets in” derken aslında karanlığı Uyuyan Adam’dan alarak itiraf edemediği o tek zemini de onun altından çekmiştir. Çıkışı yoktur belki ama girişsiz de sayılmaz Uyuyan Adam. Sandığı yahut sanıldığı kadar “ulaşılamaz” değildir.
Gerçi sürmeyi sürdürür o; anlatıcı kadın, ses tonunun montonluğunu henüz bozmaz. Le Monde’dan okunan parçalar üst üste getirilerek Uyuyan Adam’ın hiçbir bilgiye ayrıcalık tanımayan okur-yazarlığı bize aktarılır. Kombinasyonların sınırsızlığı onu şaşırtsa da kakofoniden fazlası değildir duyduğu, şifreleri çözmekle uğraşmayacaktır. Şeylerin sıfatlarının anlamlarını nasıl yitirdiğini muhtemelen yönetmen Bernard Queysanne’in buluşu sayesinde ilginç bir sinematografik perspektifle sınanarak deneyimleriz. Önümüze sunulan yağlı patatesleri ya da oldukça sert ve yavan duran bifteği yalnızca besin olarak görmekte yetersiz kalırız çünkü. O patatesler bizim için “yağlı”, biftek ise apaçık “sert”tir. Burada fenomenoloji tuzağa düşürülür aslında, Zen’in mükemmel içgörüsü karakterin kayıtsızlığıyla örneklenerek yüceltilmektedir. “Tek ihtiyacın olan kendi uykun, sessizliğin, sakinliğin, göğüs kafesindeki inip çıkmalar… senin süren ve sabırlı varoluşunun kanıtıdır.” Burada tarif edilen tavır tıpkı nefes egzersizlerinin telkin ettiği, başı ve sonu olmayan etiği andırır. Açlıktan ölmez, ille de çıplak dolaşmaz; fakat ihtişam ya da özensizlik ona göre değildir. Şeylere onu temsil etme zevkini tanımayarak öz’e ilişkin bir tartışmayı başlatır.
Ne var ki dayandığı reflekslerin sürekliliği ona ihanet eder. Zamanla tırnak yeme alışkanlığı başgösterir, rüyalarına ya da gözü açık gündüz düşlerine bir türlü engel olamaz. Bilinçdışı ona bir fare olmadığını hatırlatmaktadır; yaşlı adamı bırakın, bir ağaç veya tilk makinesi kadar bile kayıtsız olamadığını ve şüphesiz bir ihtiyaca dayanan bu arzunun onun köklendiği felsefeyi kemirmeye başladığını hisseder. Heidegger’in- Kaan Ökten’in zorlayıcı çevirisiyle- dediği gibi belki, “ihtimam-göstermeklik, bir benin kendine yönelik birincil olarak ve sadece yalıtılmış bir davranışını içermez.” Kendi yalnızlığına tutunmada başarısız oldukça kabullenemediği durum karşısında dış dünyayla temas kurmaya ve ötekilere karşı nefret hissetmeye, düşmanlarından tiksinmeye başlar. Yanıbaşında hissettiği insanların varlığı karşısında onları takip ettiği zamanlar bile olmuştur.”Onların gölgesini izliyor, onların gölgesi oluyorsun…” Takipçileri olarak onlardan geriye düşmektedir işte, cılızlaşır ve sahip olduğunu sandığı güçlerden yoksunluğu karşısında sarsılır.
Filmde bu ruh hali binanın havaya uçurulup duvarın yerle bir edilmesiyle daha dışavurumcu bir hal alır. Ayakta kalan son nesne olan lavabo da alevler içinde devrildiğinde Uyuyan Adam için dönecek bir yer kalmadığını anlarız. Kitaptaki ilgili bölümden alıntılıyorum. “Artık sığınağın kalmadı.. pasın ve sisin şehri kaplamasını bekliyorsun.”
Sonunda çaresizliğin müthiş cümleleriyle delik deşik ediliriz. Kayıtsızlığı kayda geçmemiş, farksızlık fark yaratmamıştır.** “… fakat hiçbir şey gerçekleşmedi. Hiçbir mucize, hiçbir patlama.” Nirvana ulaşılamaz kaldı. Uyuyan Adam’ın üstünde lanet yoktu, üstelik o ölmedi veya delirmedi. Zamansa akmaya devam ederek kazandı. Gündelik olan’a sığınmaya çalışmış olan karakterin aldığı yenilgiyi anlamak için yine Heidegger’e başvurursak: “Dasein’ın sözkonusu ‘zamansal’ uzayıp gidişine rücu etmeksizin tekdüzeliği, alışkanlığı, ‘dün nasıl, bugün de öyle, yarın da’yı ‘çoğunlukla’yı kavramamız mümkün değildir.”
Bizzat Uyuyan Adam’ın bunu anladığı an “Sen artık dünyanın adsız efendisi, tarihin üzerinde hiçbir etki yapmadığı kişi… değilsin.” cümleleriyle aktarılır. Sorunun değil belki ama Uyuyan Adam’ın çözülmesi, aslında Cohen’den devam edersek “çatlaması” böylece tarihin üstünde gerçekleşir. Zaten tam da bu kavrayış sayesinde romanın ve filmin ortak kapanış cümleleri varoluştan varoluşçuluğa görkemli bir şekilde yeniden ulaşıyor: “Korkuyorsun. Bekliyorsun. Clichy Meydanı’nda yağmurun dinmesini bekliyorsun.”
* Daha önce sırf kitap üzerine yazdığım bir yazıdan alıntı yapıyorum, film üstüne çalıştığım bu eleştiriden farklı olarak orada kurgunun oyunlarına ve gramerde yapılan devrime odaklanmıştım. Cümleleri kırparak bu yazıya yedirmek niyeyse pek adil görünmedi gözüme:
İster istemez şüpheli ve tekinsiz bir zihin egzersizine girişiyoruz. Şimdiki zaman kullanımı aslında bütün kronolojiyi alt üst ediyor. “…bir sigara yakmaya çalışıyorsun.”, “Hiç göl olmadığını çok iyi hatırlıyorsun.:”, “Öğrenilmiş hareketleri yapıyorsun sadece.” Fransızca bilmiyorum, bu yüzden orijinal gramer hakkında bir yorum yapamam. Fakat Türkçesine baktığımızda alıntıladığım bu üç cümlenin farklı zamanlarda yaşadığı söylenebilir. İlkinde sanki içinde bulunulan an kast ediliyor. Hatırlamaksa fazlasıyla zihinsel bir edim zaten, orada herhangi bir çizgiyi tutturamıyoruz ve son cümle, ondaysa Uyuyan Adam’ın genel hali aktarılıyor. Şimdi (Ne zaman?), böyle bir karmaşa içerisinde ontolojik bir belirsizlikten de söz edilebilir. Anlam ve anlar, dingin bir varoluşun içinde yitiyor sanki. Kolaya kaçıp bir belirliliğe tutunamıyoruz. Yayıncının, notunda bahsettiği “belleğin reddedilmesi” biraz da böyle bir oyun. Geçmişe pek değinilmiyor, yalnızca tuhaf bir zaman.
Her şey seslenilen “sen”in çevresinde var oluyor. Aktarılan, onun izlenimleri. Bu yüzden Hayyam’da rastlanacak türden (“Ben düşündükçe var dünya/ Ben yok o da yok”) bir solipsizm dumanı da kitabın sayfalarına siniyor. “Sen” olmasa tanınmayan komşunun gidiş gelişleri, yürüyüşü olur mu? Boğuk boğuk öksürmesine, boğazını temizlemesine bakarak onun yaşlı olduğuna karar vermesi Uyuyan Adam’ın yaratıcı rolüne soyunması aslında. Edilgen bir şekilde anlatıldığını sandığımız karakter birden yazının iplerini eline alıyor. Kurgu “onun” tarafından şekillendiriliyor. Öte yandan, bu, onun bir başkasının anlatısında figüran olmasına engel mi? İkinci tekil şahıs kullanımının en etkileyici yanı buydu benim için. (Tolstoy da bazen kafasını hızla çevirirmiş, düşüncelerinden çabuk davranırsa boşlukla karşılaşır umuduyla.)
** Burada “indifferance” sözcüğü üstünden oynuyorum.
Doruk Cansev
dorukcansev@yahoo.com