Spoiler Uyarısı: Bu yazı filmden sahnelerle ilgili bilgiler içermektedir.
Bir filmini çekerken, diğer filminin senaryosuna çalışan ve aralıksız film çeken bağımsız yönetmen Kim Ki-duk, filmlerinde toplumun alt kesimlerinde yaşayan, dışlanmış, marjinal, aşırı şiddet duyguları taşıyan insanları anlatır. Önem verdiği Budizm öğretisi, mülkiyet kavramı, kadın-erkek arasındaki çatışmalar, kıskançlık, fedakârlık, teslimiyet ve nefret gibi duygular baskın olarak kullandığı temalardır. Ayrıca filmlerine kendi kişisel deneyimlerini ve Güney Kore toplumunu da yansıtır. Onun film çekme nedeni hayatı sorgulamaktır. Filmlerinin bir çeşit soru olduğunu dile getirir; kendine ve izleyen herkese sorduğu sorular… Kendi bakış açısından anlattığı hikâyeleri, insanların fikrini sormak amacıyla filmleştirdiğini söyler. Bu nedenle de çoğu filmi açık uçlu biter. Karakterleri iyi ya da kötü diye ayırmaktansa, insan olarak anlamaya çalışmamızı tavsiye eder. Bu yüzden, bazen onun o aşırı tepkileri olan, olabilecek en uç duygularla anlattığı karakterlerine herkes katlanamaz. Çünkü sıradan insanları, romantik aşk hikâyelerini ve mutlu aile tablolarını göstermez bize. İnsan doğasının en karanlık, en zalim taraflarını, toplumdaki çarpık ilişkileri ve bunun sonuçlarını gösterir.
Oldukça üretken bir yönetmen olan Kim Ki-duk, 2008’de on beşinci filmi Rüya (Bi-mong/Dream)’yı çektikten sonra üç yıl boyunca sinemadan uzak kaldı. Bu onun sadece sinemayı değil, sosyal yaşamını da bırakıp inzivaya çekildiği bir dönem oldu. Aslında onu bu münzevi hayata iten sebeplerden biri, Rüya’nın çekimleri sırasında, başroldeki aktris Lee Na-yeon’un intihar sahnesi çekilirken geçirdiği kazaydı. Aktristi kendisinin kurtardığını ve yaşadığı bu olayın onda bir travmaya neden olduğunu söyleyen Kim Ki-duk, bu durumdan kendisini sorumlu tuttu. Kısa bir süre sonra Güney Kore’de Gangwon-do bölgesinde bir yerlerde bulunan dağlık bir alanda, odun kulübesinde yaşamaya başladı. Tek başına, herkesten ve her şeyden uzak geçirdiği bu üç yılı, kendi kendini tekrar eğittiği bir dönem olarak anlatıyor. 2011’de Arirang adlı otobiyografik belgeseliyle de bu süreci tüm içtenliğiyle sunuyor bize.
Arirang, Kim Ki-duk’un İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve İlkbahar (Bom yeoreum gaeul gyeoul geurigo bom, 2003) filminde de kullandığı, çok eski bir Kore Halk şarkısı. “Resmi olmayan milli marş” olarak adlandırılıyor. Şarkının melodi ve sözleri, bölge ve anlatılan hikâyeye göre çeşitlilik gösteriyor.
“Senin aşkın burada kaldı,
Ama sen ayrılıyorsun.
Sana yardım edemem ama senin için ağlarım.
Arirang
Arirang tepeleri.”
Bu inziva döneminde “Mutlu olmak için bir şeyler çekmeye ihtiyacım var” diyen Kim Ki-duk, böylece belgeseli ortaya çıkarıyor. Kendini, kariyerini, filmlerini, yaşadığı bazı hayal kırıklıklarını, hayatı ve ölümü sorguladığı belgeselinde, önce günlük yaşamından kesitler gösteriyor. Küçük ahşap bir kulübe yaşam alanı; buzları eriterek su elde ediyor, kestiği odunları sobada yakarak ısınıyor, kendi yetiştirdiği yiyecekleri tüketiyor ve geceleri de odaya kurduğu çadırda uyuyor. Yanında bulunan tek canlı, kulübenin dışında beslediği bir kedi. Etraf çeşitli iş aletleriyle dolu ki kahve makinesi ya da sandalye gibi araç-gereçler yapıyor. Bazen kendiyle bazen gölgesiyle konuşarak içini döküyor. Bu sırada, yıllardır beraber çalıştığı iki asistanının kendisine haber dahi vermeden onunla çalışmayı bıraktığını ve bu ihanetin onu çok kırdığını öğreniyoruz. Özellikle yaşadığı travmanın üstüne, bu ihanetin ona daha da ağır geldiğini dile getiriyor. İçiyor, ağlayarak Arirang şarkısını söylüyor, bağırıyor, küfrediyor… Ve yarattığı karakterler gibi kararlı ve azimli olmadığı için kendine kızıyor.
Aslında birçok kişinin yapmak istediği ama çok azının gerçekleştirebildiği bir şey onun bu yaptığı. Sadece kendini dinlemek ve anlamak için her şeyi askıya alarak, bir süreliğine büyük yaşam curcunasından sıyrılmak… İnsanın içini kurcalaması ya da kendisiyle hesaplaşması; fazlasıyla cesaret işi. Bir taraftan bize, ölümü bu dünyadan, öteki gizemli dünyaya açılan bir kapı olarak gördüğünü; fakat yaşadığı olaydan sonra artık buna daha farklı bir şekilde baktığını anlatıyor. Belgeseldeki en duygusal anlardan biri İlkbahar, Yaz, Sonbahar, Kış ve İlkbahar filminde istemeden birinin ölümüne sebep olan karakterin, kendini bu suçluluktan kurtarmaya çalıştığı sahneyi izlemesiydi. Bu sahnede Güney Kore’li halk sanatçısı Kim Young-im Arirang’ı söylüyor. Oldukça da güzel söylüyor. Filmdeki bu kişiyi canlandıranın da kendi olması, Kim ki-duk için çok ilginç bir deneyim olsa gerek. Hayatın kurgu ile dansı… Yaşamı, insanın kendine ve başkalarına çektirdiği acı olarak betimliyor. Yaşamak için öldürülen onca canlıdan ve bitip tükenmeyen nefretten bahsediyor.
Yönetmen ayrıca Güney Kore’de, yurtdışındaki festivallerden aldığı ödüllerden dolayı, ülkesini tanıttığını sanan bir takım kurum ve kişileri eleştiriyor. Aslında anlattığı şeylerin Güney Kore’nin karanlık tarafı olduğunu ve bu düşüncedeki insanların muhtemelen filmlerini izlemediğini söylüyor.
Bazen kapısının tıklandığını işitip, bakmaya gidiyor ve orada kimseyi bulamıyor. Bu sanrı, onu dış dünyaya davet eden, arada bir hayatın devam ettiğini hatırlatan yaşamın, sembolik temsilcisi. Yarı kurgu halini de alan belgeselin sonlarına doğru bir silah yapmaya başlıyor ve bitirince arabasına atlayıp iki kişiyi öldürdüğünü kurguluyor (eski çalışma arkadaşları). Sonunda da intihar ediyor. Kendini öldüren yani sıfırlayan Kim ki-duk, böylelikle büyük bir arınma yaşayarak, yeniden doğuyor hayata: hoş geldin…
Fikriye Yüksel
fikkyy@hotmail.com
Not: Bu yazı, ilk olarak 8 Nisan 2013’de bugunbugece sitesinde yayımlanmıştır.