Ne çekse izleriz dediğimiz, başdöndürücü ve şaşırtıcı mizansen anlayışıyla hepimizi kendisine hayran bırakan, yönetmenliğe merak saranları yeteneğiyle ümitsizliğe sürükleyen İtalyan usta Paolo Sorrentino Muhteşem Güzellik’le kariyerinin en iyi filmlerinden birine imza attı. Roma, Fellini’den sonra hiçbir bu kadar güzel anlatılmamıştı…
Yönetmenin Jean A. Gili’ye verdiği söyleşinin bir kısmını paylaşıyoruz.
İrlanda ve ABD’de filmler çektikten sonra, Roma’nın bu kadar derinliklerine inebilen bir film yapma fikrine nasıl ulaştınız?
Roma’da tanıklık ettiğim karşıtlıklar, güzellikler ve sahneler ile tanıştığım insanları anlatan bir film yapmayı uzun zamandır düşünüyordum. Roma harika bir kent ama aynı zamanda saklı tehlikelerle dolu… Başlarda limitleri olmayan, iddialı bir projeydi. Tüm bu ‘Roma evreni’ni hayata geçirebilecek bağlayıcı unsuru bulana kadar ertelemeye devam etmiştim. O unsur, yapbozun son parçası olan Jep Gambardella’ydı. Filmin tüm konseptini mümkün ve daha az karmaşık hale getiren oydu. İnkar edilemez derecede hevesli olduğum bu filmi hayata geçirmenin zamanı gelmişti. This Must Be The Place’i çekerken Avrupa ile ABD arasında mekik dokuduğum iki harika yılın ardından, biraz durma ihtiyacı hissettim. Her akşam eve gitmeme imkan veren bir işle, başıboş yaşam tarzımı sürdürmek istedim. Ama açıkçası Muhteşem Güzellik tutkuyla bağlı olduğum bir deneyim olmasına rağmen yine de hayli yorucu bir filmdi.
Sahneler açısından bu film, önceki filmlerinize göre daha ‘barok’ görünüyor.
Muhtemelen. Görünüşte ‘taşkın’ bir film… Hazırlık safhasında bir şey fark ettim. Setteki çalışmalar, kostümler ve hikayeyi anlatmak için gerekli oyuncuların çeşitliliği, muazzam bir görsel yük yaratıyordu. Filmi yönetme aşamasına geçtiğimde, buna biraz mesafeli durmaya karar verdim. Yönetmenlik, bu yoğunluğa biraz uzaktan eşlik etmeliydi.
Bazı yönlerden filmi “Sorrentino’nun Roma’sı” diye adlandırmak mümkün. La Dolce Vita’nın yaklaşımını filmin başlangıç noktalarından biri olarak almayı hedeflemiş miydiniz? Fellini’nin filmindeki gibi, başkahraman aslında bir gözlemci.
Aslında The Consequences Of Love ve This Must Be The Place’te bile bana en uygun anlatıcı yapıyı kullandım. Filmin başkahramanı, her şeyden önce bir dış dünya gözlemcisi ve filmin ana raison d’être’ına (Fr. “varoluş nedeni”) dönüşüyor. Ardından, bazı oynama ve sapmalarla, tesadüfen ya da kaderle bağlantılı bazı nedenlerden dolayı, bu kahraman kişisel bir yolculuğa çıkıyor. Muhteşem Güzellik’te başka bir şey yapamazdım çünkü filmin özünde iç içe geçmiş muazzam bir gerçekler, karakterler ve anekdotlar bütünü var. Hepsi, Roma etrafında, onun cazibesine kapılmış bir biçimde dolaşıyorlar. Bunu filme aktarmak istedim. Tabii ki Romave La Dolce Vita, benim yapmak istediğim film gibi bir film için yola çıktığınızda gözardı edemeyeceğiniz çalışmalar…
İkisi de birer başyapıt. Ve altın kural şudur: Başyapıtları izlemeli ama taklit etmemelisiniz. Bu kurala bağlı kalmaya çalıştım. Ama şu da doğru ki başyapıtlar, bir şeyleri hissetme ve algılama biçimimizi değiştirirler. Kendimize rağmen bizi koşullamayı becerirler. Yani bu filmlerin üzerimde silinmez bir damga gibi bulunmakta olduğunu ve filmimi yönlendirmiş olabileceğini inkar edemem. Umarım beni doğru yöne doğru yönlendirmişlerdir.
Toni Servillo’nun canlandırdığı başkarakterin Marcello Mastroianni’den daha yaşlı olması, hikayenin doğasını değiştiriyor: Onun yaratıcılıkla ilişkisinde daha büyük bir hayal kırıklığı söz konusu…
Bir yazar, kendi biyografisinden sanatsal bir düzeyde faydalanma fikrini daima aklından geçirir. Fakat bu biyografi, Jep Gambardella vakasında olduğu gibi, sosyetenin ve gece hayatının yüzeyselliği ve bir arka plan gürültüsünden başka bir şey olmayan boş sohbetler üzerinde akıntıya kapılmış bir biçimde sürüklenen bir karakterse, kendi biyografinizden faydalanmanız imkansız hale geliyor. Sürekli Flaubert’tan alıntı yapmasının nedeni de bu. Bu esnada, Gambardella için yıllar geçip gidiyor ve büyük umutsuzluk kaynağı da bu yaşlanmanın sonuçları… Her zaman daha az vakit ve enerji var. Ve mutluluk kaybolmuş ya da hiç var olmamış gibi görünüyor. Zevk, bir mekanizmaya indirgenmiş ve bu da zevk kavramının doğasıyla çelişiyor.
Luca Bigazzi’nin muhteşem renkler barındıran görüntü yönetmenliği Otello Martelli’nin siyah-beyaz çalışmalarının bir yankısı gibi…
Bigazzi’yle olan ilişkim çok köklü ve uzun bir geçmişimiz var. Ona tamamen güveniyorum. Birbirimizi konuşmaya bile gerek kalmadan anladığımız için şanslıyız. Luca’ya senaryoyu veriyorum ve yorumlayıp ışık kullanımına karar vermesi için serbest bırakıyorum. Daha önceden bildiğimiz ve denediğimiz şeyleri tekrarlamak yerine yeni, keşfedilmemiş yollara girmeyi tercih edeceğimi biliyor. Ve sanırım bu doğrultuda çalışıyor. Onun yöntemleri beni her seferinde daha fazla tatmin ediyor ve onu önceden yönlendirmek yerine, yarattığı ışıkları keşfetmekten her zaman daha fazla mutluluk duyuyorum.
Filmde Flaubert’e ve ‘hiçlik’ duygusuna pek çok gönderme var.
Büyük yazar ve yönetmen Mario Soldati, Roma’nın bariz nedenlerden dolayı “ölümsüzlük” hissini en iyi veren başkent olduğunu söylerdi. Ama şunu da ilave ederdi: Hiçlik hissi olmadan ölümsüzlük hissi nedir ki?
Filmin açıkça alıntı yapmasa da bazı büyük filmcilere selam gönderdiğini görüyoruz.
Bana göre fiilen çok keskin sınırlarla alıntı yapan bir film değil. Ama Scola, Fellini, Ferreri, Monicelli gibi İtalyan sinemasının büyük isimlerine kendini borçlu hisseden bir film…
Filmde orijinal müzikler ve repertuar müzikleri birbiriyle uyum içinde. Bu uyumu nasıl yakaladınız?
Tıpkı Roma’da olduğu gibi kutsal ve profan duyguların kaçınılmaz biçimde harmanlandığı bu filmi düşünürken, şehrin bu bariz karşıtlığının, kutsal ve profan olanı mucizevi biçimde harmanlama kapasitesinin, müziklerde de yankılanması gerektiğini düşündüm. Bu nedenle kilise müzikleri ve İtalyan popüler müziklerini kullanmaya daha en başta karar vermiştim. Bu açıdan, yedekte repertuar müziklerini tutmak gerekliydi.
Film, Céline’in bir sözüyle açılıyor. Bu yazara gönderme yaparak, hayatı doğumdan ölüme bir yolculuk olarak gören bir anlayışa mı vurgu yapmak istediniz?
Evet, bende de bu anlayış var. Fakat Céline’in Gecenin Sonuna Yolculuk eserinin açılışı da olan bu söz, filmde takip ettiğim niyetin de bir beyannamesi gibi… Şu anlama geliyor: Gerçeklik vardır ama aynı zamanda her şey icat edilmiştir.
Sinemada icat, gerçeğe ulaşabilmek için gerekli bir şey. Karşıt kavramlar gibi görünebilirler ama hiç değiller. Fellini bir keresinde şöyle demiş: “Cinéma vérité mi? Ben yalanlar sinemasını tercih ederim. Yalan, görüntünün ruhudur. Hakiki olması gereken şey, izlerken ya da ifade ederken hissedilen duygudur.”