Ana sayfa 1990'lar 1998 Pleasantville

Pleasantville

2614
0

Egemen ideoloji resmi ideolojiyi belirleyen, onu besleyen ve onu önceleyen ideolojidir. Genel olarak hâkim sınıfın ideolojisidir. Egemen ideoloji hâkimsınıfın istekleri doğrultusunda toplumun gündemlerini belirleyen, onun dünyayı algılayış biçimini yaratan olgudur. Egemen ideoloji, “verili bir kültürdeki egemen bakış açısıdır”. Alternatif ideoloji ise mevcut üretim biçimine ve onun egemen ideolojisine karşı çıkan ideolojidir. Bu iki genel tanımsonrasında her iki kavramı da sinemanın ideolojik bir araç olarak kullanılması üzerinde daha derin bir şekilde ele alacağız.
19.yüzyılın son döneminde, kimilerine göre bir icat, kimilerine göreyse büyük bir keşif olarak ortaya çıkan sinema için çeşitli tanımlamalar ortaya konmakla beraber kabul gören tanımı şöyledir: “Belli bir ideolojik kültürel bakış içindeki bilgi ve değerlendirmelerin seçimi ve düzene konarak biçimlendirilişi yoluyla aktarılan anlık hareketli görüntülerin üretime ilişkin fotoğrafik saptanması sistemidir”. Bu tanımdan bile yola çıkarak, onun ideoloji kavramı ile nasıl bir ilişki içinde olduğuna işaret etmek mümkündür. Kitleleri etkilemede kullanılan araçlar zaman içerisinde değişkenlik göstermiştir. Önceleri roman, ardından dergi ve gazete, radyo ve televizyon sırasıyla hayatımızın içerisine girip düşüncelerimize hükmedebiliyor. Sinema saydığımız bu kitle iletişim araçları içerisinde etki gücü en yüksek olan araçtır. Sinemanın ideoloji denen kavramla kurduğu ilişkinin temelinde, sinemanın ideolojiler için etkili bir propaganda alanı olması yatar. Sinemanın ideolojik bir araca dönüşmesi, onun olgunlaşma süreciyle rastlaşır. Egemen ideoloji gücünü ve önemini fark ettiği bu mucize sanatla korumuştur. Filmler, ya yeni ideolojiler üretmiştir ya da varolan egemen ideolojiyi pekiştirmiştir. Toplumun değerlerini onaylatmada filmler etkin bir rol oynamıştır. Sinema önemli bir aygıt olarak egemen ideolojinin safında yer alırken yarattığı sinemasal gerçekliklerle yaşamları biçimlendirmektedir. Gerçeklik algımız dolaysız bir algı değildir. Kendi yarattığımız dünyayla ilişki kurduğumuzda bunun çıplak bir nesnellikle olmadığını, dolaylı bir algı olduğunu söylemek mümkün. İnsan bir gerçeklik yaratır daha sonra o gerçeklikle karşı karşıya gelir ve o yarattığı gerçekliğin etkisi altına girer. Sinema, gerçeklik hakkında bir tür kurgudur; bir kez ortaya çıktıktan sonra bizim gerçeklik algımızı etkilemeye başlar. Bu demektir ki sinema gerçeklikle ilişkimizi çok fazla etkileyen bir yapıya sahiptir. Film izlerken gösterilen tepkiler, sinemanın gerçeklik duygumuz üzerinde nasıl etkili olduğunu gösteren işaretlerdir. Kamera ile bizlere sunulan aslında ideolojik olanın açığa vurulmasından başka bir şey değildir. Yani diyebiliriz ki film sistemin maddi bir ürünüdür ve gerçekliği yeniden üretmektedir. Toplumda varolan başat ideoloji filmler aracılığıyla daha da güçlendirilir. Egemen ideoloji kendini meşrulaştırmak ve varolan düzeni korumak için sinemayı kullanmaktadır. Sinemanın egemen ideolojinin bir pratiği olması, kitleleri etkileme gücünden kaynaklanmaktadır. Bu anlamda egemen ideolojinin kendini gerçekleştirme ya da benliğini sürdürmesi sinemanın hâkim ideolojinin değerlerini taşıması, yansıtması ve benimsetmesi ile söz konusu olmuştur.
Yüzyılı aşkın bir sinema tarihi boyunca da çekilen filmlerin büyük bir kısmında, egemen ideolojinin kendini kabul ettirme, kendi gibi olma, kendine biat ettirme derdi olduğunu görürüz. Sinema tarihinin çok az denebilecek bir kısmında gerçek yaşamları, gerçek hayatları konu edinenler olmuştur. Sinema tarihine baktığımızda istisnalar olsa da sinemanın genel olarak burjuva ideolojisinin üretildiği ve yeniden üretildiği bir alan olduğunu görürüz. Griffith’in öncüsü olduğu bu sinema biçiminde klasik devamlılık stiline ve biçimin/stilin görünmez olmasına yani fark edilmemesine dayanır ve kendi içerisinde muhafazakârdır. Biçimin görünür olması aynı zamanda sorgulanabilir, eleştirilebilir olması potansiyelini doğurur ve bu da egemen ideolojinin istediği bir durum değildir. Gerçekten de klasik, ticari ve popüler anlatı sinemasında oyuncular doğrudan kameraya/izleyiciye bakmazlar. Hollywood gramerinde bu yasaktır. Eğer bakarsa ve doğrudan kameraya/izleyiciye hitap ederse, o zaman arada teknik bir estetik aracının olduğu ortaya çıkar ve izleyicinin yaşadığı yanılsamayı kırar ve bu da istenilir bir durum değildir. Buna karşılık Jean Luc Godard, filmlerinde oyuncunun doğrudan kameraya konuşmalarını sağlamıştır. Yine Hollywood gramerine göre izlenen filmde, ana karakterler çok kalabalık ve gürültülü bir mekân da olsalar bile, onların konuşmaları, gerçekliğe aykırı bir biçimde, net olarak duyulur. Klasik/popüler anlatı ana karakterlerin her zaman merkezde olmasını gerektirir. Hollywood’un klasik anlatı yapısında ise ilk sırada ailenin kutsallığı gelir, erkek egemenliği ise hemen her filmde görmenin çok mümkün olduğu bir durumdur. Kadınların erkeği destekleyen, ilişkide fedakârlık yapan, özgür olma çabasına giren kadın karakterlerin ise başarılı olamadığı ya da cezalandırıldığı karakterler olduğu görülür.


Pleasantville: Düzene Karşı Değişim
Yukarıda da bahsettiğim gibi egemen ideoloji baskın kültürün ideolojisidir. Alternatif ideoloji ise egemene karşı olan, egemenle aynı olmayan veya onunla savaşan ideolojidir. Gary Ross’un yönettiği Pleasantville(1998) filminde egemen ideoloji düzen ve değişmezlik, alternatif ideoloji ise değişimdir. 90’lı yıllardan 1958 yılına geçen karakterlerimiz Jennifer ve David, bu yılda Pleasantville banliyösünde değişimin öncüleri olur. Bu makalede, Jennifer ve David’in, Plesantville’de düzen kurma ve hiç değişmeme fikrinde olan egemen ideolojinin dayattığı evlilik öncesi seks yapmama, aile kurumunun her şartta sıkıca belirlenmiş kurallar çerçevesinde ayakta kalması ve herhangi bir sebepten düzenin dışında olan kişilerin ötekileştirilmesi gibi kalıpları değişime uğratmasını inceleyeceğim.
Pleasantville’de egemen ve alternatif ideoloji analizine geçmeden önce biraz 1950’li yıllarda Amerika’daki egemen ideolojiden bahsetmekte fayda var; çünkü bu ideoloji bize 1958 yılını yaşayan Pleasantville banliyösündeki egemen ideoloji hakkında ipucu verecek ve böylece bizim bu egemen ideolojinin nasıl değiştirildiğini anlatmama olanak sağlayacak.
1950’lerde Amerika’da Egemen İdeoloji
Amerika Birleşik Devletleri, II. Dünya Savaşı’ndan, savaş öncesi olduğundan daha zengin ve güçlü çıkmıştır. Avrupa ve Asya ülkeleri mahvolurken Amerika’nın çiftlikleri, şehirleri, fabrikaları sağlam kalmıştır. Savaş sonrasında Amerikan ekonomisinde büyük bir gelişme görülmüştür. Küçük şirketler birleşip büyük şirketler oluşturmuştur. Devlet, savaştan gelen erkeklere “GI BILL” (Askerlerle ilgili yasa tasarısı) (Norton vd., 800) dediğimiz bir programla ev alma ve iş kurmaları için çok düşük faizli borç para vermeye başlamıştır. Soğuk Savaş’tan ötürü devlet askeriyeye çok para harcamış, askeriyede yeni insanlar çalıştırmıştır. Tüm bunlar iş olanaklarını arttırmıştır. Peki bu iş olanaklarını kullanacak olan insanların emeklerinin kalitesi ne olmuştur? Bu kalite de iyileşmiştir çünkü devlet, savaştan dönen askerlere, eğer üniversitelere ve teknik okullara gitmek isterlerse onların eğitim ücretlerini karşılayacağını söylemiştir. Bu da üniversitelere talebi arttırmıştır ve kalifiye insan gücü oluşmasına sebep olmuştur. İş olanakları artınca vatandaşlar maaş almışlar yani para kazanmışlardır. Bu paraya bir de savaş sırasında biriktirdikleri, bir kenara koydukları paralar eklenmiştir. Vatandaşlar, bu iki parayı harcadıkça sektörler çok canlanmıştır. Sektörler canlandıkça da vatandaşlar daha yüksek maaşlar almaya başlamışlardır. Bu zincir, orta sınıfın gelişmesine, orta sınıfa dâhil olan ve orta sınıfa ait maaşı alan vatandaşların artmasına yol açmıştır. Tabii ki bunlar madalyonun bir yüzüdür, madalyonun diğer yüzünde işe girmeye çalışan bir sürü beyaz erkek yüzünden işsiz kalan kadınlar ve Afrikalı-Amerikalılar vardır. Orta sınıfa dâhil olan bu vatandaşlar, çeşitli sebeplerle (karmaşadan, şehirlere yerleşen Afrikalı-Amerikalılardan uzaklaşmak gibi) “suburbs” (banliyö) (Norton vd., 801) dediğimiz yeni yapılan, bahçeli, katlı evlere taşınmaya başlamışlardır. Bu evler “affordable” (satın almaya gücün yeteceği, ekonomik) (Norton vd., 801) evlerdir. Bu evler aslında işlere uzaktır ama insanlar yine de buralara taşınmaya cesaret edebildiler çünkü 1956’da Highway Act (Karayolları Yasası) (Norton vd., 802) çıkar. Yollar yapılır ve ulaşım rahatlar.
Yukarıda anlatılanlardan yola çıkarak 1950’lerde Amerika’daki egemen ideolojinin bol bol tüketim yaptırmaya dayalı olduğunu görürüz. Tüketimi yapanlar da çoğunlukla orta sınıftır. Dolayısıyla egemen sınıf orta sınıftır ve egemen ideoloji de onların ideolojisidir. Peki bu ideoloji hangi değerleri içerir ve alternatifleri nasıl gelişebilir?


Pleasantville ve Orta Sınıf Değerleri
1990’larda Amerika’da bir banliyöde anneleriyle yaşayan, anneleri babaları ayrılmış ikiz kardeşler vardır. Bu kardeşler David ve Jennifer’dır. David televizyonda çok sevdiği 50’lerin Amerika’sında geçen Pleasantville adlı bir dizisi fanatik bir şekilde izler. Bir gün David’lerin televizyonu bozulur. Gizemli bir şekilde bir tamirci kapılarına kadar gelir ve onlara bir kumanda verir. David ve Jennifer bu kumanda yüzünden kendilerini David’in sevdiği Pleasantville dizisindeki Parker ailesinin evinde bulurlar. David, Parker ailesinin oğlu Bud, Jennifer da Parker ailesinin kızı Mary Sue olur. David ve Jennifer bir süre Pleasantville’den çıkamaz. Bu süre içerisinde Jennifer ve David Pleasantville’i, Pleasantville de Jennifer ve David’i değiştirir. Pleasantville dizisi siyah beyazdır; dolayısıyla Pleasantville’de karakterler de dâhil olmak üzere her şey siyah beyazdır; geçirdikleri değişimlerle beraber renklenirler. Sonunda herkes kendisini bambaşka birisi olarak bulur.    
1950’lerde Amerika’da egemen sınıf olan orta sınıfın ideolojilerini oluşturan değerlerden birisi evlenmeden önce seksten uzak durma olmuştur. Egemen sınıf, seksten sonra genç kızların evlenmeden önce hamile kalacağını ve bunun da genç kızların itibarlarını zedeleyerek, sonra yapacakları evliliği yürütmelerini engelleyecek kadar psikolojilerini  bozacağını düşünüyordu. Evlenmeden cinsel ilişkiye giren ve hamile kalan kızlar, arkadaşları ve aileleri tarafından yargılanıyor, okullardan kovuluyorlardı. Bu yüzden, karakterlerimizin geldiği Pleasantville banliyösündeki egemen ideoloji değerlerinden biri de budur; yani evlilik öncesinde cinsel ilişkiden kaçınmadır. Pleasantville’de gençler evlenmeden seks yapmaz, el ele tutuşma davranışı bile onlar için hayret vericidir. Ancak Jennifer bir öncü olur ve Skip Martin’e sevişmeyi, sertleşmenin bir hastalık olmadığını, güzel vakit geçirmenin nasıl bir şey olduğunu öğretir. Skip Martin Mary Sue ile ilk sevişmesinden sonra siyah beyaz olan Pleasantville’deki ilk rengi görür. Gördüğü kırmızı bir güldür. Aşkı ve tutkuyu sembolize eder. Bundan sonra gençler Lover’s Lane denen gençlerin gittiği yere daha çok gidip orada arabalar içinde sevişmeye başlarlar. Kafe içinde, sokaklarda öpüşüp flörtleşirler. Bunlardan sonra renklenmeye başlarlar. Daha mutlu, daha çok gülümseyen, daha çok konuşup iletişime geçen gençler olurlar.
Cinsiyet Rolleri ve Aile
50’lerin Amerika’sında egemen sınıf olan orta sınıfın ideolojisini oluşturan bir başka değer aile kurumu etrafında döner. 50’lerin Amerika’sında ailenin nasıl yürüyeceğiyle ilgili sıkı kurallar vardır. Erkekler “Breadwinners”dır (ekmek kazananlardı) (Norton vd., 817) ve kadınlar da “homemakers”dır (evi çekip çeviren) (Norton vd.,  817). Dr.Spock gibi çocuk uzmanları şöyle der:“Bir annenin tüm zamanı ve dikkatini çocuğuna vermesi çocuğun hayrına olur.” (Norton vd., 817). Kadınlar erkeklerin maaşının o zaman evi geçindirmeye yetmesi, Dr. Spock gibi adamların “anne olma” hakkındaki fikirleri ve genel olarak kadına evde rol biçen cinsiyet rolleri yüzünden pek çalışmamaktadırlar; çalışsalar bile sekreterlik, hizmetçilik, öğretmenlik gibi sınırlı sayıda meslekleri icra edebiliyorlardır. Çalışmayı da bağımsız olma yolu olarak değil eve katkı olarak görürler. Bunların yanında boşanma oranları da düşüktür. Yani aile ne yaşarsa yaşasın birlikte kalmaktan yanadır. 1960 yılında 1000 evli çiftten sadece 9’u boşanır. (Norton vd., 817).
1958 yılını yaşayan Pleasantville banliyösünde aile kurumuyla ilgili sıkı kurallar 1950’lerin yukarıda anlattığımız kurallarıyla aynı yöndedir. Pleasantville (1998) filminde Pleasantville banliyösündeki anne Betty sürekli bir şeyler ikram eden, yemek hazırlayan, iltifat eden, yardım eden, kocasını karşılayan, çocukları ve kocasını destekleyen biridir. Kocasıyla ayrı yataklarda yatar ve seksi bilmez. Jennifer Skip’e öğrettiği gibi Betty’e de seksi öğretir. Betty’e ayrıca bir de mastürbasyonu öğretir. Betty mastürbasyonu dener ve çok zevk alır. Etrafındaki dünya renklenir. Evin dışındaki ağaç alev alır ve bu zevki temsil eder. Jennifer, seksten ve mastürbasyondan konuşarak evlenmenin bunları engellemeyeceğini göstermiş ve evli kadınların hayatındaki cinsellik tabusunu yıkmıştır. Bunu, diğer bir tabunun, evliliğin her koşulda ayakta kalma tabusunun yıkılması izler. Betty bir sonraki sahnede renkli olur. Önce çok utanır, ağlar. Renklendiği sahnede oğlu Bud’a (David’e): “Ne yapacağım? Dışarıya böyle çıkamam. Dışarıya nasıl çıkarım?” der. David ona siyah, beyaz ve griden oluşan renksiz makyajdan yapar ve Betty böylece eski halinde döndüğünde ancak rahatlar. Ancak daha sonra Soda Shop’un sahibi Bay Johnson Betty’i yüreklendirir. Makyajını siler. Onunla öpüşür ve geceyi birlikte geçirirler. Betty geceyi kendini daha yakın hissettiği, kocasından başka bir adamla uyuyarak geçirir. Daha sonraki bir sahnede kocasına bu renklerin gitmesini istemediğini, makyaj yapmak istemediğini söyler ve evi terk ederek Bay Johnson’ın yanına gelir. Betty mutlu olmadığı evliliğinden uzaklaşarak yanında mutlu olacağını düşündüğü adamın yanına gider. Evlilik hayatıyla ilgili bir egemen ideoloji daha yıkılmıştır.


Toplumun “Öteki” Algısı
Şimdiye kadar çoğu 1958 yılında Pleasantville banliyösünde geçen Pleasantville filminin 1950’lerin Amerika’sını yansıtan iki egemen ideolojisinin, evlilik öncesi ve sonrasıyla ilgili değerlerinin nasıl değişebileceğini gördük. Şimdi bir başka egemen ideolojiye geçeceğiz: Düzenin dışındaki kişileri ötekileştirmek. Filmde sonradan renklenenler için “colored”  tabiri kullanılmaya başlanır. Bu akla derilerinin rengi farklı olduğu için ötekileştirilen Afrikalı-Amerikalıları akla getirir.
Amerika’da Afrikalı-Amerikalıların köle olarak kullanılması Avrupa’dan Amerika’ya gelen Avrupalıların koloniler oluşturmasıyla başlamıştır. Tarlalarda çalışacak işçiye gerek duyulmuştur ve İspanyolların Afrika’dan getirdiği Afrikalı işçiler alınmaya başlanır. İspanyollar genelde Afrika’dan işçi alırken onları vaftiz eder ve İngiliz yasalarında Hıristiyan olanların köle yapılamayacağı yazdığı için Afrikalı işçiler önceleri sözleşmeli işçi olarak çalışmıştır. Amerika’ya getirilmeleri karşılığında 4-7 sene çalışacaklarına dair sözleşme yapmışlardır. (Norton vs., 46) Sözleşmeleri bitince özgür kalıp kendi topraklarına sahip olma şansları olmuştur. Bu Amerika’daki toprak sahiplerinin işine gelmediği için yavaş yavaş köleleştirme yoluna gitmişlerdir. Amerikan Devrimi’nden sonra yapılan anayasada da kölelik korunmuştur. Ancak daha çok kuzeyde olmak üzere, kuzeyde ve batıda bazı eyaletler köleleri serbest bırakmaya başlamıştır. Köleliğin olduğu ve olmadığı eyaletler ayrılmaya başlamıştır. 19.yy’ın ilk yarısında abolitionism (köleliğin kaldırılması akımı) başlamıştır. (Norton vd., 277) Bazı insanlar “immediate, complete and uncompensated” (hemen, tam ve koşulsuz şartsız) (Norton vd., 278) özgürlük istemiştir köleler için. Pamuk tarımıyla geçinen Kuzey Amerika’nın güneyindeki çoğu eyaletin ise bu hoşuna gitmemiştir. 1861’de Sivil Savaş başlamıştır ve 1865’de sona ermiştir. Sivil Savaş’ın sonunda kölelik kaldırılmıştır.
Pleasantville’de ise “renkli olmak”, insan olduğunu hatırlamak ve hayata katılmak demektir. Bud (David) egemen ideolojiyi yıkmış, herkesin renklenebileceğini yani herkesin insan olmak gibi bir ortak noktası olduğunu, herkesin duyguları, düşünceleri, iç dünyaları olduğunu göstermiştir.
1950’lilerin Amerika’sında egemen sınıf orta sınıftır ve egemen ideolojilerini oluşturan değerlerden bazıları evlilik öncesi seks yasağı, aile kurumunun kutsallığı ve egemen ideoloji dışındakileri özelikle Afrikalı-Amerikalıları ötekileştirmedir. Bu egemen ideolojiler, 1958 yılında Amerika’da geçen Pleasantville banliyösünde de geçerlidir. Karakterlerimiz David ve Jennifer 90’lar Amerika’sından 50’lerin Pleasantville’ine giderek orayı değiştirir. Pleasantville banliyösü de onları değiştirir. Aristo: “Şeylerdeki değişim tatlıdır” demiştir. Pleasantville (Banliyönün adı hoş/tatlı kasaba manasına gelir.) değişim geçirdikten sonra “tatlı” ismini taşımakla kalmaz; karakterleri itibariyle de Aristo’nun da dediği gibi “tatlı” olmuştur sanki.
Kaynakça:
Hauser, Arnold. Sanatın Toplumsal Tarihi. Çev: Sezer Tansuğ, Deniz Kitabevi, Cilt:2, 2006.
Mardin, Şerif. (1992). İdeoloji. İstanbul: İletişim.
Norton, M.B., Katzman, David M., Blight, David W., Chudacoff, Howard P.,Logevall Fredrik, Bailey Beth. (2005). A People & A Nation.  Boston: Houghton Mifflin.
“Theodor W. Adorno: Kitle, Melankoli, Felsefe.” Cogito Dergisi. Çev: Bülent O. Doğan, S:36 (2012), s.78-81.
Ünal, Yörükhan. “Sanat, İdeoloji ve İktidar”,  Sinemasal Dergisi, S:1 (2004).
Yılmaz, Erten.(2008). Sinema İdeoloji Politika. İstanbul: Orient.
Gamze Kaplan

gamze_kaplan1@hotmail.com
Önceki makaleSüt
Sonraki makalePera’da Üç Farklı Program Birden
Sinemaya gönül veren bir grup sinefilin kurduğu Avrupa Sineması internet sitesi, Avrupa sinemasını daha geniş kitlelere tanıtmak ve bu filmlerle ilgili ufak da olsa bir tartışma ortamı yaratmak amacıyla kuruldu. Sitenin kuruluş amaçlarından biri de; tür sinemasını da yadsımadan, sinemanın sadece bir eğlence aracı olmadığının vurgusunu yapmak. Metin Erksan’dan bir alıntı yapacak olursak; bilimlerin ve sanatların varoluşlarının sınırları, geçmişin derinlikleri içindedir… Sinema bilim; sinema sanatı ve sinema bilimi kapsamında; sanatsal düşüncenin ve uygulamanın, sinemasal düşüncenin ve uygulamanın, yaratısal düşüncenin ve uygulamanın, görüntüsel düşüncenin ve uygulamanın, çekimsel düşüncenin ve uygulamanın, oluşumunu, gelişimini, dönüşümünü saptar ve oluşturur. Bu nedenle bizler de günümüzde çekilen filmler dışında, geçmişin derinliklerine doğru bir yolculuk yaparak; bu sanatı etkileyen filmleri ve yönetmenleri de tanıtmaya, eleştirmeye ve onların sinemayı nasıl algıladıklarını kavramaya gayret ediyoruz. Bir yandan da sinemanın diğer sanatlarla olan ilişkisini, filmler bağlamında tartışarak; sinemanın diğer sanatlardan ayrı düşünülemeyeceğini savunuyoruz. Bu amaçlarla, birbirinden farklı coğrafyalarda, farklı zamanlarda çekilmiş ve birbirinden farklı türlerde pek çok film eleştirisine yer vermeye çalışıyoruz. Sinemayı bir kültür olarak gören herkesin katılımına da açığız. Arzu edenler mail adresinden bizlere ulaşabilir, yazılarını paylaşabilir ve filmlerle ilgili görüşlerini iletebilir.

BİR CEVAP BIRAK

Please enter your comment!
Please enter your name here