Ana akım sinema dışındaki sinema kültürlerinden biri olan Japon sinemasının içerisinde Akira Kurosawa sinemasının geleneksel Japon kültürü ve Batı kültürü bağlamında incelenmesiyle ana akım sinema ve yerli sinemalar arasındaki fark ve etkileşim de bir izdüşüm olarak anlaşılmaya çalışılabilir. Kendi içinde belirli görsel ve kültürel göstergelere sahip Japon sanatının; küreselleşen dünyada ortaklaşan görsel ve kültürel göstergelerle birleşimi Kurosawa sinemasıyla anlaşılabilirse, bu diğer yerel sinemalar için de bir portatif oluşturabilir.
Farklı bir perspektiften bakıldığında söylenebilir ki sinema gibi 150 yıllık geçmişi bile olmayan “yeni yetme” olarak tabir edilebilecek bir sanatın gelenek gibi köklü ve insan tarihinin çok uzun yıllarında ona eşlik eden bir kavramın şemsiyesi altında anlaşılmaya çalışılması önemli çıkarımlara ön ayak olabilir.
Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşıp kolay ulaşılabilir birer meta haline gelmesi yayınların etkilerinin kitleselleşmesi sonucunu doğurdu dersek bu çok berrak bir çıkarsama olacaktır. Kitap, gazete, dergi gibi yazılı basın yayınları sonrası radyo gibi işitsel bir yayın aracının ortaya çıkması, sinema ve TV’nin uygarlık tarihindeki yerini alması derken en sonunda internetin yaygınlaşıp kullanılması kitle iletişiminin köşe taşları olarak zikredilebilir. Tüm bu gelişmeler toplumları ve dolaylı olarak kültürleri birbirine yaklaştırıp yavaş yavaş aşina hale getirdi. Fakat bu tüm dünya kültürleri için ortak ve eşit bir etkileşim imkanı doğurmadı elbette, siyasi ve tarihi konjonktür iletişimin sağladığı bu etkileşimi de belirli bir süre içerisinde dönüştürüp bir zemine oturttu. İki dünya savaşı sırasında dünya güçlerinin çatışmalarının sonuçları bu sürecin dönemeçlerinde önemli sayılabilecek birer etkenken, coğrafi keşiflerden tutun da sanayi devrimine kadar sayılabilecek birçok unsur okyanus ötesi birçok etkiyi beraberinde getirmiş ve kitle iletişimi de dahil olmak üzere insana dair birçok meseleyi etkileyebilmiş kitlesel birer olay haline gelmişlerdir. Tüm bu olayların iletişime etkileri üzerine fikir beyan etmeye bu sütunlar yeterli olmayacağı için Akira Kurosawa’nın da tanık olduğu İkinci Dünya Savaşı dönemiyle ilgili birkaç kelam etmeye çalışcağız.
1895’te Lumiere Kardeşler ilk film gösterimini gerçekleştirirler ve sinemada insanlık tarihindeki başlangıcını bu vesileyle yapmış olur. Bu tarih sonrası film makinesi o kadar hızlı bir şekilde yayılır ki kısa sürede dünyanın bir çok merkezi noktasında savaş öncesi dönemin uluslararası yapım şirketi Pathe tarafından birbiri ardınca yapım ve dağıtım şubeleri açılır. Fransız şirketi olan Pathe tüm alım satım zincirini denetler; sinema salonları satın alır, makine ve film şeridi üretip satar. Bu dönen sinema sanatında hakim olan iki Fransız şirketi birer tekel haline gelmiştir. Almanya, İngiltere, İtalya gibi ülkeler ise Fransa’yı oldukça geriden takip etmekte daha çok onun ürünlerini tüketmektedirler. [1] Bu dönem Amerikan sineması ise bir süreç içinde eviriledursun bağımsız sinemacıların Hollywood’un temellerini atmalarıyla birlikte Birinci Dünya Savaşı sonrası Pathe şirketinin ve diğer Avrupa sinemalarının giderek zayıflaması gibi gelişimler ona dünya sinemasının üretim ve dağıtımında büyük bir fabrika olma yolunu açacaktır. Tüm bu gelişmeler ve Amerikan sinemasının yükselişi diğer ülkeleri kendi iç pazarlarını ve dolayısıyla toplumsal kültürlerini korumak için kota uygulamaları gibi önlemler almaya zorlar. Bu durum küresel bir kültür yönlendirme aracı olarak sinemanın “yumuşak güç” gibi kullanılmasıdır demek için henüz erken midir? Bunu söylemek güç ama sistematik bir kültürel dönüşüm aracı olarak kullanılmasından ziyade ticari bir mantaliteyle pazarlandığını söylemek daha doğru olacaktır. Amerikan sinemasının üretim ve yayılımındaki üstünlüğü İkinci Dünya Savaşı’nda da sürecek; Birinci Dünya Savaşı’nda da etkilerinin sonuçları tecrübe edilmiş olan sinema ve diğer kitle iletişim araçları kendi siyasi politikaları dahilinde her bir devlet tarafından bunun için özel olarak kurulan kurumlarla sistematik olarak propaganda düzleminde etkin olarak kullanılacaktır.
İkinci Dünya Savaşı dönemi tam da Akira Kurosawa’nın sinema sektörüne yeni ısındığı ve Yamamoto Kociro’nun yönetmen yardımcılığıyla işi öğrenerek kendi filmlerini yapmaya yeni başladığı dönemleri kapsar. Kurosawa bu dönemde yaptığı filmlerle aşırı militaristlerin elinde bulunan sansür kuruluyla uğraşmak zorunda kalmış ve filmlerine müdahaleden kurtulamamış; film temaları “çok Anglo-Sakson” bulunabilmiştir.[2] İşgal sırasında da yine filmlerine müdahale edilmiş fakat yönetmen bu durumu önceki baskılara göre daha hafif bulduğunu belirtmiştir. Tüm bu zorlu dönemlerden sonra nihayet savaş ve işgalin sonu geldiğinde artık toplum yaralarını sarmaya başlayacak Kurosawa da kendi sinemasını bu yeni Japonya’da inşa etmek için özgür bir ortama kavuşacaktır. Savaş sonrası yaptığı farklı türlere dahil edilebilecek eserleriyle kendi ismini tuğla tuğla büyütecek ve onu tüm dünyanın ilgisine sunacaktır. Dünya kamuoyunun dikkatini çeken ilk filmi Rashomon olacak, Venedik’ten aldığı Altın Aslan ve Akademi’den aldığı Oscar batıyı Kurosawa ismine aşina haline getirecektir.
Kurosawa ismi batıda bilinip anıldıkça ülkesinde de bir tartışma kendini gösterecektir. Acaba Kurosawa sanatında ne kadar millidir? Daha da açmak gerekirse, onun sanatının geleneğiyle olan ilişkisi kendi toplumunun, kültürünün soluğunu aksettirebilme yeteneği ne kadar kuvvetlidir? Bu elbette ki her sanatçı için bir zorunluluk olmasa bile sanat eserinin derinliği ve köken ihtiyacı sanatçının öz kültürüyle yerini doldurduğu unsurlar olabilmektedir. Bir sanatçının ve sanatının ilhamını sorgulayıp güdülerinin temelini eğer etiğe çok aykırı değilse eleştirmeyi bir hadsizlik ve rijitlik olarak addettiğimi “neden bu değil de şu” mantığını bencilce yapılan bir saygısızlık olarak nitelendirebileceğimi söyleyebilirim ve Akira Kurosawa’nın sanatının geleneğiyle ilişkisi hakkında yazdığım bu yazının sadece bir düşünce ve anlamaya çalışma pratiği olduğunu eklemek isterim. En başta da bahsettiğim gibi ana akım sinemadan geleneğiyle beslenmesi ve kendi göstergesel ve düşünsel dilini yaratması noktasında ayrılıp özgün bir pratiklik sağlayan Japon sinema sanatının bir ustasıyla anlaşılması diğer ulusal sinemalar için bir portatif oluşturabilir.
Kurosawa sineması bu düzlemde irdelendiğinde; Batı veya Japon birçok kültürün sanat ve düşünce eserlerini yudumlamış bir zihnin yüksek bir yaratıcılıkla ortaya koyduğu başyapıtların bir birleşimidir. Onun Dostoyevski, Gorki ve Shakespeare gibi batılı sanatçılardan yaptığı uyarlamaları (örneğin Örümceğin Şatosu, Budala ve Ayak Takımı gibi eserleri) kendi kültürünün görselleri ve düşünce dünyasıyla boyanmış ve böylelikle birer başeser olabilmişlerdir. Sanatının en yetkin eserlerinden olan Ran örneğin sinema tarihinin en önemli Kral Lear uyarlaması olarak sinemasal yetkinliğinin hakkını vermiş, bunun yanında mükemmel bir epik Japon destanı haline gelebilmiştir. Kurosawa hikayeyi XVI. yüzyıl Japonya’sına uyarlamış ve hikayeyi gerçek bir tarihi olayı “bir derebeylik lordunun topraklarını oğulları arasında paylaştırdıktan sonra refahın sağlanması” acaba tersi olsaydı ne olurdu düşüncesinden yolla çıkarak oluşturmuştur. Hikaye görsel estetiği ve anlatımsal diliyle sinema tarihinin en özgün ve önemli epiklerinden biri haline gelmiş ve bu sayede evrensel bir değer kazanarak sinema tarihinin önemli başeserleri arasına girmiştir.
“Japon sinemacıların en az Japon olanı” olarak nitelendirilmesine rağmen Kurosawa’nın kendi kültürüyle sanatında kurduğu ilişki, anlattığı hikayelere yansıyabildiği gibi görsel diline de derinden aksetmektedir. Geleneksel Japon tiyatrosunun önemli türlerinden olan Nō ve Kabuki’nin özellikle Örümceğin Şatosu’nda yarattığı karanlık ve metafizik atmosfer bunun en belirgin ve en yetkin örneklerindendir. Japon Kültürü Akira Kurosawa gibi birçok önemli sinemacısıyla kendine has bir üslup geliştirebilmiştir.
21. yüzyılın yayılma gücü en yüksek ve en etkili sanatlarından biri olan sinemanın, gelenekle ve onun göstergeleriyle biçimlenip özelleşmesi ve ana akım sinema karşısında her bir kültürün kendine has bir dil oturtması mümkün olabildiğinde; o zaman bir kitle iletişim aracı olarak da nitelendirilebilecek bu etkin sanat aracılığıyla her bir kültür tıpkı Japon Sineması gibi; en özgün ve en derin meyvelerini vererek tüm insanlıkla hasbıhal edebilme imkanı bulabilecektir.
Fatima Güner
fatima.m.lotus@gmail.com