Hungry Hearts, 1975 doğumlu İtalyan yönetmen Saverio Costanzo’nun dördüncü uzun metrajı. Costanzo soyadı İtalyan sinemaseverlere yabancı değil. Nitekim 40’larına yeni yeni merhaba diyen oğul Costanzo’nun babası Maurizio, içlerinde Pupi Avati’nin 1976 tarihli korku/giallo klasiği La Casa Dalle Finestre Che Ridono (Pencereleri Gülen Ev) dahil olmak üzere 20’ye yakın filmin senaryosunu yazmış bir beyazperde veteranı. Annesi Flaminia Morandi yazar, kız kardeşi Camilla’da tıpkı babası gibi senarist. Costanzo’nun son iki filminde başrol oynayan Alba Rohrwacher’in de uzunca bir süredir kendisinin hayat arkadaşı olduğunu belirtelim. Bir önceki filmi: La Solitudine Dei Numeri Primi (Asal Sayıların Yalnızlığı)‘ni Paolo Giordano’nun aynı adlı romanından uyarlayan Costanzo, Hungry Hearts’ta Marco Franzoso‘nun İl Bambino Indaco (İndigo Çocuk) adlı kitabını baz almış.
Film, New York’ta yaşayan İtalyan Mina ve şehrin yerlisi Jude’un komik bir şekilde başlayan ilişkisinin Mina’nın hamile kalmasıyla birlikte tamamen garipleşmesi üzerine kurulu. Hungry Hearts başladığı andan itibaren kamera ve filtre seçimi ile göze batıyor. Filmde kullanılan imaj yapısı 70’lerin 16mm’lik B film görüntüleri tarzında. Romantik komedi normlarında ilerleyen tek planlık ilk sekans seyirciyi ters köşeye yatırmak için kurgulanmış bir tuzaktan ibaret. Tanışma ve düğün faslını başrollerini Catherine Heigl veya Ben Stiller’in oynadığı herhangi bir filmden farksız olarak değerlendirip Mina’nın hamile kalıp bir falcıya danışmasıyla birlikte bir kenara bırakıyoruz ve yüzümüzdeki tatlı tebessüm dakikalar geçtikçe yerini önce nötr, sonra ekşi bir yüz ifadesine bırakıyor.
Annelik duygusu, koruma içgüdüsü ve modern psikoz. Mina falcıdan yakında doğacak bebeğinin bir “İndigo Çocuk” olacağını öğreniyor ve sıradan bir hamilelik yaşamamaya karar veriyor. İndigo Child: ABD’li yazar Nancy Anne Tappe’nin 70’lerde ortaya attığı, dünyaya belli bir misyon için gönderilmiş, farklı özelliklere sahip ve dünyaya dair bazı şeyleri değiştirebilmeye muktedir bebeklerden bahseden, sosyal olduğu kadar kurgusal bir teorem. Falcıların anne veya çocukta laciverdi bir Aura görerek tanı koyduklarını iddia etikleri varsayımsal bir yargı. Neredeyse kimsesiz olarak büyüyen genç anne adayı Mina, bu çocukla birlikte sahip olmak istediği tek ve en önemli şey olan aileye kavuşacağının farkında. Çocuk Mina’nın ona verebileceği her şeyi hak ediyor ve hayatının başköşesine daha doğmadan oturuyor. İşte böyle başlıyor bir obsesyonun trajik hikayesi… Mina hamileyken dış dünyaya dair her şeyin kirli olduğuna inanmaya başlayıp tamamen Biolojik/Organik/Vegan bir hayatı benimsemeye başlıyor ve doğumla birlikte bu durumu ciddi bir takıntıya dönüştürüyor. Evi ve çatısındaki küçük bahçesi haricindeki her şeyi düşman kabul edip, haftalarca yüksek ateş içinde yanıp duran bebeğine antibiyotik vermeyi reddedecek kadar doğal çözümlere tapıyor. Hastalık derecesine kadar ulaşan obsesyonlarının kölesi olarak çocuğunun sağlıklı gelişimini tamamen hiçe sayarcasına kendi gözlerini gerçeğe karşı kör ediyor. Bu noktada film sıradan bir obsesifin çevresini rahatsız edici davranışlarından çok koruyucu anne figürü çevresinde bir doğru/yanlış sorgulaması yolunda. Bu sorgulamanın ortasına son yılların tartışmasız doğru kabul edilen Organik Beslenme tarzının koyulması da tabii ki tesadüf değil. Film, doğal gıda, sağlıklı yaşam, spor, uzamış sakallar ve yuvarlak gözlüklerle bezeli hipster kültürünün entelektüel dünyadaki aksi savunulamaz doğrularına yürekli bir göndermede bulunuyor. Costanzo bir röportajında: “Radikalizm hangi alanda olursa olsun korkutucudur” diyor ve karşımıza ruhsal problemlerle birleşen bir doğruluk fanatizminin hem kurbanı hem de kahramanı olan Mina’yı çıkartıyor.
Film, fertleri gelişme bozukluğu gösterdiği anlaşılan bebek, aşk ve doğrular arasında bocalayan pasif bir baba ve paranoid şizofreniye doğru yol alan bir anne olan, tamamen dış dünyadan uzak, klostrofobik ve izole bir hayat yaşamaya başlayan çekirdek ailenin, bilinçli kullanılmış estetik yoksunu sinematografi eşliğinde sıkıntı ve bunalım dolu ilerleyerek seyirciyi boğarken, hikayedeki ikinci anne figürü de yavaş yavaş belirgin bir hale gelmeye başlıyor. Babaanne kötü giden her şeyin farkında ve müdahale etmeye oğlunu bu negatif durumun kabulüne ikna etmekle başlıyor. Filmin ortalarında bebeğini korumaya akıl sağlığını kurban veren psikotik anneye, yetişkin oğlunu ve torununu korumak isteyen bir başka anne daha katılıyor. İki kadın arasındaki bu koruyuculuk yarışı ve çatışma seyirciyi her daim ayık, filmi de diri tutuyor. Thriller’a doğru uzanan senaryo iyice nefesimizi darlıyor ve filmin başındaki o sen şakrak halimizi özlemeye başlıyoruz. İki kişi arasında geçen bunaltıcı atmosfere birileri girsin ve karakterlerle birlikte bizi de kurtarsın diye umut ediyoruz.
Alba Rohrwacher’in Mina rolündeki performansı gerçekten büyülüyor. Dakikalar geçtikçe hiçbir repliğinin olmadığı planlarda dahi, sadece yüz ifadesinden canlandırdığı karakteri tamamen analiz edebiliyoruz. Adam Driver, Jude rolünde sırıtmasa da mükemmel bir tercih olmadığını özellikle ikili diyaloglarda belli ediyor. Nereye kadar aşk, nereye kadar mantık? Nereye kadar içgüdüler, nereye kadar bize empoze edilen doğrular ve yaşamlar? Zayıf bir sona rağmen Hungry Hearts yeterince cesur, kısmen derin ve olabildiğince rahatsız edici. Yönetmen elindeki istakayı seyirciye doğrultuyor ve bilardo masasındaki bantlara izleyenleri vurdukça vuruyor. Bu masanın bantlarını komedi, psikodrama ve gerilim olarak nitelendirmek mümkün. Sadece bugüne dek beyazperdede görülmemiş tarzda bir modern psikoza yönelmiş olması bile Costanzo’nun İtalyan sinemasının geleceği için çok ciddi bir umut olduğunu kanıtlıyor.
Walerian de Justıne
wdejustıne@gmail.com