Günümüz Avrupa Sineması’nın yükselen isimlerinden Felix van Groeningen’in Sundance ödüllü son filmi, iki kardeş ekseninde bir inşa ve imha hikayesi anlatıyor. Filmde, dostlarıyla beraber canla başla çalışarak açtıkları barda geniş bir müzikal çevreden başarılı grupları ağırlayarak kalabalık ve parti-seven bir müşteri kitlesi yaratan iki kardeş, burayı alternatif bir deneyim mekanına çeviriyor. Fakat, zamanla kendilerini gece hayatı, uyuşturucu ve başka hazlara fazlaca kaptırarak aileleri, sevgilileri, dostları ve çalışanları ile ilişkilerinde birbiri ardına problemler yaşamaya başlıyor. Bu süreçte Belgica adlı barın hayatlarındaki yeri de değişiyor. Başlarda “dertleri unutmak, göldeki bir kaya parçası, Nuh’un gemisi” diye betimledikleri barlarını birden çok kez “fesat yuvası” diye andıkları noktaya geliyorlar. Film, bu iki karakterin bizzat ürettikleri fakat sonrasında kendilerini kontrol altına alan mekan ve yaşam tarzını adeta bir müzikal drama formuyla anlatıyor.
Yazar-yönetmen Felix van Groeningen, The Misfortunates’da (2009) alkolik, ailevi görevlerini yerine getirmekten uzak babası ve amcalarının arasında büyüyen 13 yaşındaki Gunther’in ebeveynlerininkine doğru radikal bir şekilde yol alan hayatını; The Broken Circle Breakdown’da tutkulu iki aşıktan çocuklarının hastalığıyla yüzleşeyemeyen anne ve babaya dönüşen Didier ve Elise’in mücadelesini konu ediyordu. Belgica’da da kardeşlik ve iş ortaklığını bir arada sürdürmeye çalışan Frank ve Jo yine bazı “ailevi” gerilimleri yüklenerek bunlarla hesaplaşıyor. Bir yandan hayatlarını sahip oldukları bara adamaya çalışan kardeşlerden, hamile eşi Isabelle ve çocuğunu hem ihmal eden hem de onlara psikolojik ve fiziksel şiddet uygulayan Frank ve hamile kalan sevgilisi Marieke’ye “normal bir aile ortamı” sunamayacağı için ilişkisinde sorunlar yaşayan Jo’nun dramları filmin hikayesini oluşturuyor.
The Misfortunates’daki problemlerin öncesindeki mizahı ve The Broken Circle Breakdown’da travmanın öncesindeki romansı düşününce, Groeningen’in arzuların ve hayallerin tatmin edilmeye doğru gittiği yoldaki neşeye ve heyecana ilgi duyduğu söylenebilir. Fakat bir o kadar da tam da hazzın tepe noktasında işlerin sarpa sarmaya başlamasıyla, insanların sahip oldukları ve bunlarla birlikte gelebilecek olan değişimlerle karakterlerinin nasıl mücadele edeceğine, bunu başaramadığında ne hale gelebileceğini anlatmak istiyor. Freytag’ın “serim, yükselen aksiyon, zirve, düşen aksiyon ve vahiy/felaket” anlatı yapısından ancak araya giren müzikal anlarda sapan bir yönetmen izlenimi veriyor.
Filmde kendi başlarına duran, ustaca çalınmış ve görüntülenmiş, yoğun bir “o anda olma” hissi yaratarak izleyiciyi barın içindeki dünyaya çeken konser planlarının hakkını vermekle beraber, Groeningen’in çizdiği dünyaya dair rahatsız edici bir bakışı var. Hikayesinde epeyce klişe öğeler barındıran Belgica erkeklik, cinsiyet, milliyetçilik ve sınıf ilişkileri bağlamında ciddi problemleri olan düşünce kalıplarını yeniden üretiyor. Kariyeri yükselişte olan Groeningen’in bu filmiyle de eleştiriden çok tebrik toplamasının benzer düşünen alternatif sinema izleyicisi açısından da semptomatik bir ifadesi var.
Frank ve Jo üzerine temellenen Belgica’da anlatının diğer tüm karakterleri kardeşlerin dramatik arkını güçlendirmek için üretilmiş gibi. Groeningen Frank, Jo ve Belgica‘nın öykülerine -bu uğurda gece hayatının duyumsallaştırılmasına- o kadar konsantre olmuş ki, bunlar uğruna diğer karakterleri ezip geçmeye, ikincilleştirmeye ve neredeyse nesneleştirmeye gidiyor. Bu yolda, asıl dert ettiği kahramanlarını da sorunsallaştıramıyor. Evde ailesine karşı terör estiren, kadınlara ve göçmenlere çeşitli yollarla şiddet uygulayan Frank’in dramıyla özdeşleşme bekleyen bir film var karşımızda.
Fakat filmdeki olay örgüsünü iki karakterin en büyük korkularıyla, babaları gibi işe yaramaz biri olmaya, kaybedenlik yazgısına, aile kurumunca evcilleştirilmeye karşı verdikleri mücadeler üzerinden okuyarak ve filmi “ikilinin etrafında geçen Shakespeare’ci bir melodrama” olarak tarif eden bir eleştiri bile var [1]. Ne kahramanlarının incelikleri açısından ne de hikayenin yan kahramanlarına yönelttiği bakışın isabeti açısından böyle bir yargıya katılmıyorum. Filmde yaşananlar basit bir “gece hayatı ve uyuşturucunun mahvettiği, ama bir yandan da eğlencesi yerinde bir hayat tarzı”nın görselleştirilmesinden fazlası değil. Fakat böyle karakterlerin de demek ki “drama” pastasından koparabilecekleri bir payları var sinemada.
Frank’in problemleri temelde onun evde olmayışından rahatsız olan eşinin yakınmaları, barda kavga çıkaranlar, kardeşinin işleriyle ilgili planlarına engel olması ile ilgili. Frank, tüm bu sorunlarını bağırıp çağırarak, yıkık dökerek ve bizzat döverek halletmeye çalışıyor. Başlarda kimseyi kapıda çevirmeyecekleri hususunda anlaştıkları barda, işleri büyüdükçe göçmen özel güvenlikler tutarak insan seçmeye başlıyorlar. “Çeteleri, fahişeleri, Faslılar ve Türkler’i içeri almamaları gerektiği”ni de bizzat güvenlik görevlisinin ağzından söyleterek söylemlerinin haklılığını kendi üstüne katlıyorlar. Avrupa, özellikle Kuzey Avrupa Sineması’nda, göçmenler arası gerilimlerin ifadesi, genelde kullanılan yer yer gerçekçi (Valgaften (1999)) yer yer de sinikliğin ifadesine bürünen anlatılardan. Belgica’da da bir ara söz olarak pür sinizm, “birbirilerini yesinler, bize dokunmasınlar” düşüncesini besleyen bir mizahın ifadesi…
Kendi tutkuları hariç, çevresindeki her şeyi yok sayan Frank‘in eylemleri ve ruh hali seyirciyi yakalamaktan oldukça uzak. Olay çıkartan birini önce öldüresiye dövüp, sonunda üzerine tuvaletini yaparak cezalandıran, barda çalışan kadınlardan birinin karnına yumruk atarak sinirini ifade eden Frank’in barın üst katına VIP bölüm yapma fikrini uygulayamaması benzer bu sebepten dolayı seyirciye karakterle ilgili bir motivasyon yükleyemiyor. Kardeşi Jo‘nun hayalinin peşinde koşarken ona destek olmaya çalışan Marieke için iş işten geçtikten sonra bir şeyleri feda etmesi de etki uyandırmaktan uzak. Bencil çocukların yaşam savaşı, hakiki yaşam savaşının önüne geçtiğinde dramatikleşemiyor, ancak komikleşebiliyor.
Özellikle Frank’in hikayesi ve genel bar atmosferi pek çok yönden alışık olunan duygular ve eylemlerin çok ötesinde tezahür ediyor. Filmin parçası olan pek çok element, bir aşırı temsiliyet ile ifade ediliyor. Bu bana yakın zamanlarda yazılmış, ilginç bir internet makalesini hatırlattı. Hollywood’da 2008 Krizi sonrasında yapılan bazı filmleri (başta Wolf of Wall Street olmak üzere, Spring Breakers,The Bling Ring, Pain & Gain) Aşırılık Sineması (Cinema of Excess) olarak adlandırarak yeni bir yönelimden bahseden Izzy Black [2] bu filmlerin ne bir trajedi ne bir hiciv özelliği taşıdığını iddia ediyor. “Aşırılık” burada en kabaca haliyle The Wolf of Wall Street’deki uyuşturucu, tomar tomar para ve ona sahip olmaya dair görkemli vaazlar, duygulardan arınmış cinsellilk, her tür tüketim maddesine olan apansız hücum anlamına gelirken diğer filmlerde de benzer metalar: moda, müzik, silahlar, bedene yönelen imajlar vb. olarak çeşitlenebilir.
Belgica bu aşırılık sinemasına kafadan girecek değilse de (afişindeki geyik ve gergedanı yok sayarsak) içinde bazı aşırılık öğeleri taşıyor. Başta, filmde yer almadıkları pek sahnenin olmadığı, “kafa olma hali”ni bir karakter özelliği haline getiren uyuşturucu, alkol ve sigara dumanı var. Bir eliyle bebeğini taşırken bir eliyle kokain çeken Frank bunun uç örneği. Filmin gösteri boyutunu kuran müzik, ışıklar ve sahne şovları da benzer bir taşma hali yaratıyor. Karakterler arası tartışmalarının ve kavgaların mizansenleriyse sürekli bir şeylerin kırıldığı, birilerinin dövüldüğü, her daim bağırılan ve abartılı vücut postürleriyle desteklenen eylemlerle ve aksiyonu her anda artırmaya çalışan sallantılı kamerayla ifade ediliyor. Cinsellik ve seksüel imajların temsili de filmde kendine epeyce yer buluyor.
Bu abartılı sahnelerin Belgica’da karakterlere bakışı derinleştiren veya hikayeyi geliştiren pek bir yanı yok. Öte yandan yumruk atılan kadına, öldüresiye dövülen güçsüz bir adama karşı yönelerek, bununla birlikte yöneldikleri kişiye ifade alanı bahşetmeyerek tüm meseleyi beyaz, bar sahibi, erkek kahramanın meselesine indirgemeye destek oluyorlar. O mekanın içeri alınmayan ve dayak yiyen müşterileri, göçmen bodyguard’ları, eşlerinin çocuksu hayaline ancak destek veya köstek olan kadınları ve çocukları anlatının parçası olamıyorlar. Kendi arzularına ulaşmak için çevresini ezen Frank ve bundan elinden geldiğince kaçınmaya çalışan Jo’nun dramı Belgica. Bu yönüyle de klişe ve hakkaniyetten uzak.
Filmde aslında takip edildiğinde ilginç öyküler çıkabilecek, oyunculukları ile de bu nüveyi taşıyan kadın karakterlere yönetmenin bu kadar rahatsız edici bakmasını sorun eden başka eleştiriler mevcut. Bir eleştiride Belgica’nın kadın cast’ının “ya erkeklerle seks yapmak için, ya onlar tarafından aşağılanmak için, bazen ise iki sebep birden oluştuğunda” sahneye çıktıkları söyleniyor [3]. Aynı eleştiride, yönetmenin gösterim sonrasında, kadın karakterlerine ilişkin bu bakışına dair getirilen eleştiriye “kız arkadaşının filmi seksist bulmadığını” ve karakterin “kocasının hayatını ezip geçmesine izin vermesinde bir güçlülük bulduğunu” söyleyerek yanıtlaması bu fikri doğrular nitelikte.
Jo’nun sahne süresi Frank’den uzun olsa da, zihnimde kalan sahneler daha çok Frank’in olduğu tansiyonu ve rahatsız ediciliği yüksek sahneler. Hikayeyi açan ve kapatan küçük kardeş Jo bu aşırılıkları Frank kadar taşımayan, daha özdeşleşilebilir, ahlaki ve politik doğruculuğun peşinden ayrılmamaya çalışan bir karakter. Tek gözünün kapalılığı, sıska vücudu ve abisiyle ilişkisinde vicdani olanı şiddetten kaçınarak savunma çabası bu rolünü perçinliyor. Fakat duygularını ifade etmekteki mahzurluğu onu bir yandan da hikayenin içinden geçip giden bir hayalete çeviriyor. Başına gelen olayların da klişeliği de Jo’yu merak edilesi kılmıyor.
Belgica hikayesi açısından oldukça problemli, müzik/atmosfer açısından ise bir o kadar başarılı. Groeningen, son dönemin müzikal olmayan fakat müzik, müzisyenler ve atmosfer hissini sinemasına yediren yönetmeni John Carney (Once, Begin Again) ile benzer fakat Carney romantizmi yerine şiddetli bir duygulanımdan yola çıkan ve agresif bir hattan ilerleyen filmler yapmakta. Fakat ne ele aldığı karakterler ilgi çekici ne de tasvir etmeye çalıştığı dünyaya bakışı izleyiciyi farklı görme biçimlerine davet edebiliyor.
—
[1] Sundance Review: ‘Belgica’ Directed By Felix van Groeningen, (21 Ocak 2016) ~ Punch Drunk Critics, Travis Hopson http://www.punchdrunkcritics.com/2016/01/sundance-review-belgica-directed-by.html
[2] The Wolf of Wall Street and The New Cinema of Excess, (2014, 8 Nisan) ~ Agents and Seers, Izzy Black, https://agentsandseers.com/2014/04/08/the-wolf-of-wall-street-and-the-new-cinema-of-excess/
[3] Sundance 2016: ‘Belgica’ Only Proves that Coke Addicts are Actually Very Boring to Watch ~ Popoptiq, Dylan Griffin http://www.popoptiq.com/sundance-2016-belgica-only-proves-that-coke-addicts-are-actually-very-boring-to-watch/