Max Weber, Asketizm’i dünyevi Asketizm ve Ahiret Asketizm’i olarak ikiye ayırmadan çok önceleri bu kavram yalnızca tek bir anlam ifade etmekteydi. Asketizm, Tanrı için çabalamak ve çalışmak, dünyevi isteklerden elini ayağını çekmek, kutsal bir yol uğrunda insanın kendisini, yeteneklerini ve zevklerini feda etmek olarak tanımlanmaktaydı.(1) Hıristiyan bakış açısıyla çilekeş ve sofu bir yaşam disiplini içinde dünyevi zevklerden mahrum bir hayatı sürdürmeyi öğreten Asketizm, çalışmak, tutumlu olmak, tasarruf etmek bir ibadettir mesajı vermesinin yanı sıra, dini öğretilere, sade bir yaşam tarzına uygun yaşamanın, kişinin kendini bu uğurda feda etmek yoluyla hayatını sürdürmenin kutsal bir yaşam tarzı olduğunu da önermektedir.(2)
Asketizm kavramı aslında Antik Yunan Çağı’ndan gelen bir kavramdır ve asceticism-askesis-exercise-egzersiz kelimesine dönüşerek günümüzdeki kullanılır. Ancak günümüzde artık yalnızca fiziksel olarak “egzersiz” yapmak anlamında kullanılan “askesis” Antik Yunan Dönemi’nde çok daha geniş kapsamlı bir disiplini ifade etmektedir. İnsanın fiziksel ve psikolojik, arzu ve isteklerinden arınarak ideal bir ruhsal seviyeye, saflığa ulaşabilmesi için uygulanan disiplin içinde yaşayarak kendisini “yaratması” kavramına dayanmaktadır. Bu saflığa ve o dönemlerde kutsal olduğu vurgulanan yaşam biçimine, dünya tarihi süresince diğer toplumlar ve dinler de kayıtsız kalmayarak incelemiş ve farklı uygulama ve disiplinlerde kültür ve dinlerinde yer vermiştir. Buna örnek olarak İngiltere’de yaşamış olan Püritenler’i göstermek mümkün olmaktadır.
16.yy. ve 17. yy.’da İngiltere’de yaşamış bir Hıristiyan mezhebi olan Püriten’ler de kutsal kitaba uygun yaşamak suretiyle dünyevi hayatlardan uzak durmaktaydılar. Sanata, tiyatroya ve genelde tüm eğlence şekillerine karşı çıkarak “saflığı” aramak olarak tanımladıkları ibadet şekline bağlı olarak yaşamaktaydılar. Bu yaşam şekli, püritenlik, Hıristiyanlıkla birlikte diğer Avrupa uygarlığı ve ülkelerinde yayılmak suretiyle tarih boyunca benimsenmiş ve Avrupa toplumlarında uygulanmış bulunmaktadır.(3) Bu Avrupa ülkeleri arasında olan Danimarka, bakıldığında toplumsal kurumlarının ve halkının, diğer ülkelere nazaran, Hıristanlığı en çok benimseyen ülke olarak gösterilmektedir. Danimarka toplumunun şekillenmesinde ve bu ülkede Hıristiyanlığın derin etkilerinin yerleşmesinde dinin fazlasıyla rol almış olduğu görülmektedir.(4)
Konservatif ve Hıristiyanlık dinine derinden bağlı Danimarka’da doğup yetişen yönetmen Gabriel Axel, Danimarka Kraliyet Tiyatro Okulu’ndan mezun olduktan sonra ülkesinde, tiyatro ve televizyonda en üretken olduğu 1951-1970 yılları sonrasında ilk filmi olan Den Rode Kapa (The Red Mantle, 1967)’yı çeker; ancak bu film Danimarkalı eleştirmenler tarafından beğenilmeyerek olumsuz eleştiriler alır. Danimarka Yayın Kuruluşu, yönetmen Gabriel Axel’in yeteneğine ilgi duymadığını ve kendisine artık ihtiyaçları olmadığını açıklayarak yönetmeni işten çıkarmak suretiyle tepkisini gösterir. Bunun sonucunda, yönetmen Axel Fransa’ya yerleşme kararı alır ve Fransız Televizyon Kuruluşu’nda çalışmaya başlar. Yönetmenin Danimarka’da ihtiyaç duyulmayan yeteneği Fransa’da tam tersi ilgi ve destek görür ve bunun sonucunda on dört yıl boyunca Fransa’da başarılı ve oldukça üretken bir kariyer oluşturma fırsatını bulur. Yönetmen Gabriel Axel, 1987’de Karen Blixen’ın kısa hikayesinden uyarlayıp filme aldığı Babette’in Şöleni ile Danimarka’ya ve Danimarka Sineması’na güçlü bir dönüş yapar. Bu güçlü dönüş, Babette’s Feast filminin En İyi Yabancı Film dalında Oscar alan ilk Danimarka filmi olarak sinema tarihine geçmesi suretiyle taçlandırılmış olur.
Babette’in Şöleni (1987)
Film, yönetmenin yaşamı ve kariyerindeki dönüm noktaları, kaybediş ve kazançları, yetenek, yaratıcılık, sanat için mücadele, doğduğu ülke Danimarka ve kariyerimdeki en mutlu yıllar dediği(5) Fransa ile ilgili karşılaştırmaları başta olmak üzere, birçok konuya değinir. Bir yandan kişisel bakış açısıyla ilgili, diğer yandan da sanatçı olmak ve sanatçı olarak üretebilmek için mücadele ve fedakarlık etmek üzerine mesajlar içermektedir. Danimarka toplumunun dine bakış açısı üzerine sıklıkla mizahi bir anlatım da kullanarak eleştirel bir profil yansıtmak suretiyle bir yandan farkındalığını vurgulayarak, diğer yandan da hümanist ve pozitif bir yaklaşım sergilemek suretiyle aynı zamanda uzlaşmayı da önermektedir.
1800’lü yılların Danimarka’sında Jutland sahillerinde sakin bir kasabada geçen hikaye, kasabada dini bir mezhebin kurucusu, saygı gören ve aynı zamanda da korkulan (Tanrı-Din-Baba-Erkek-Otorite göndermesi) rahip bir babanın iki kızının hayatına odaklanmaktadır. Martina ve Filippa adlı kızkardeşlerin, püriten bir dini anlayışı ve yaşam tarzını temsil ettiklerini anlamak için sadece isimlerini incelemek bile yeterli olabilmektedir. Rahip babaları tarafından kızlarına verdiği isimlere bakıldığında, Martina’ya, Alman keşiş, Protestanlığın babası olarak bilinen teolog (ilahiyatçı) Martin Luther’in (1483-1546) ismi verilmiştir. Filippa’ya ise yine, Martin Luther’in yol arkadaşı, teolog ve Luther’in Alman ve Avrupa Reformu’nda katkıda bulunan, “Almanya’nın Öğretmeni” lakaplı filozof Philipp Melanchton (1497-1560)’un isminin verildiği görülmektedir. Film başlarken sakin bir kasabaya yüklenen bu yoğun dini kavramlar vasıtasıyla yönetmen Danimarka toplumunda var olan dini değerlere ve püriten yaşam tarzına yönelik bakış açısını izleyicileriyle paylaşarak gözler önüne sermektedir. Dış dünyadan gelen her türlü etki ve oluşuma sırt çeviren, genç ve güzel iki kızını, “sağ ve sol elim” diyerek gören ve tanımlayan rahip baba, Martina’nın kapısını çalan genç subay Lorens Lowenhielm’in aşk ve evlilik teklifini, Filippa’nın ise güzel sesini ve müzikteki yeteneğini keşfeden Kraliyet Opera Sanatçısı Achille Papin’in Filippa’yı opera sanatçısı olarak yetiştirmek için teklif ettiği şan derslerini red etmesine sebep olmuştur. Rahibin, kızlarına dış dünyadan gelen bu teklifleri değersiz görerek reddetmelerine sebep olması yetmiyormuş gibi, kızlarına tamamen eşit seviyede olmayı, farklılıklarını ve kişiliklerini birbirlerine karşı ön plana çıkarmadan yaşamayı da dayatarak öğrettiği görülmektedir. Renk tonlarına kadar aynı giyinen, saçlarını aynı topuz modeli yapan, aynı tip elbiseler, şallar ve pelerinlerle neredeyse üniforma havasında bir görünümle Martina ve Filippa tüm hayatlarını babalarına ve dinlerine olan bağlılıklarını ispatlayarak ve Rahip Baba’nın kasabadaki havarilerine ömür boyu hizmet ederek yaşamışlardır. Martina ve Filippa, kendileri için mutlu olmaktan korkarak, dış dünyadan gelen tekliflere kapılarını tamamen kapatarak yaşayan püriten kızkardeşler, kendilerinden tamamen vazgeçerek kendilerini feda ederek, dindar ve sade yaşamlarını sürdürerek babalarını mutlu etmeyi tercih etmişlerdir.
Martina ve Filippa kızkardeşler babalarının ölümünden sonra da dindar ve sade yaşam tarzlarını değiştirmezler. Babalarının artık sayıları azalmış olan havarilerine kasabanın yaşlılarına hizmet ederek, dua ederek kutsal ve adanmış hayatlarını sürdürürler. Bir gün, kapılarını Paris’ten gelen Babette Hersant çalar. Babette, kızkardeşlerin tam aksine Fransa’da yeteneğini geliştirebilmiş, mükemmel bir ahçı olarak hünerlerini sergileme fırsatı bulabilmiş üretken bir yaşam sürmüş ve Paris’in ünlü restoranı Cafe Anglais’nin kreatif usta ahçısı olarak ün yapmıştır. Baş karakter Babette, yıllar önce Filippa’nın yeteneğini keşfeden, Parisli opera sanatçısı Achille Papin’in de dostudur. Fransa’daki iç savaştan kaçmak isteyen Babette ailesini kaybetmiştir ve Papin, Martina ve Filippa kızkardeşlerden, Babette’e evlerini açmalarını ve onlara hizmet etmesi karşılığında evlerinde yaşamasına izin vermelerini ister. Kökeni bir İngiliz ismi olan Elizabeth adının farklı söylenmesi sonucu ortaya çıkan Babette isminin bir diğer anlamı, egzotik, gizemli yabancı olarak geçmektedir. İngiltere’de doğmuş olan püriten mezhebine yapılan göndermenin yanı sıra, kaldığı evde on dört yıl boyunca ahçılık özelliklerini belli etmeksizin yaşadıktan sonra, egzotik yemekler yapacak olması Babette isminin de tesadüfen seçilmemiş olduğunu göstermektedir. On dört yıl boyunca Martina ve Filippa’ya hizmetçilik yaparak evlerinde yaşayan Babette, kızkardeşlerin ölen rahip babalarının 100. doğumgünü kutlaması için muhteşem bir Fransız sofrası ve Fransız yemekleri hazırlamak suretiyle, ahçılıktaki tüm hünerlerini göstererek on dört yıl sonra kendisine piyangodan çıkan 10.000 Frank’ın tamamını, yaratıcılığını ve yeteneklerini tekrar sergileyebilmek adına harcamaya karar verir.
Gerçek hayatında yönetmenin, kendi ülkesi olan Danimarka’da kabul görmeyen yeteneklerinin ve eserlerinin tam tersi olarak Fransa’da desteklenmesi sonucu yaratıcılık ve yeteneğe verilen değerin ve bir eser ortaya çıkarabilmek için bir sanatçının varını yoğunu, gözünü kırpmadan son damlasına kadar harcamak istemesini Babette’in Şöleni vasıtasıyla güçlü bir şekilde vurguladığını görmek mümkün olmaktadır. Yönetmen filminde, bunun yanı sıra, birbirinden tamamen ayrıymış gibi görünen kavramları bir araya getirerek, dindar yaşamı, dünyevi menfaatlerden uzak münzevi yaşamayı ve bu tür bir yaşamın insan üzerindeki olumsuz etkisini başarılı veya başarısız olmayı, bunun yanı sıra dünyevi zevklerin, sanat ve eğlencenin insan da bıraktığı olumlu etkileri, başta yaratmanın ve sanatın önemini vurgulayarak aynı pota içinde bir sarmal halinde bir araya getirerek gerçek yaşamda da tüm bu kavramların olumlu ya da olumsuzlukların bir arada yaşanmasının da kaçınılmaz ve doğal olduğu fikrini izleyicisiyle paylaşmaktadır.
Yönetmen Axel, bu hikayenin kitabında adı geçen orijinal kasabanın çok renkli bir kartpostala benzediği için özellikle değiştirildiğini, Babette’in hazırlayacağı muhteşem akşam yemeğinin renkleri ve ihtişamı itibariyle ayrıştırılabilmesi için soluk ve gri tonlarda bir atmosfer aradıklarını ve bunun sonucu olarak filmi Danimarka’da, Jutland sahillerinde çekmeye karar verdiklerini belirtmektedir.(6) Babette’in şöleni için kullanılan tüm mutfak malzemeleri ve sofra takımları 1800’lü yılların Fransa’sına özgü orijinal parçalar olup özel şarapların tümü Paris’ten sipariş edilmiş, orijinal yemek isimleri ve pişirme tarif ve teknikleriyle birebir özgün şekilde hazırlanmış bulunmaktadır. Gerçek havyar, trüf mantarı yatağında pişirilen gerçek bıldırcınlar, orijinal kaplumbağa çorbası, otantik soslar orijinal tariflerine uygun şekilde yapıldığı anlaşılmaktadır.(7)
Babette’in hazırladığı Fransız Ziyafeti’nin haricindeki diğer her şeyin sade, silik, mütevazı olmasına özen gösterilmiş olduğu görülmektedir. Mütevazı beyaz evler, sade siyah yosunlu çatılar, gösterişsiz bir yaşam için yeterli olan gri tonlarda, koyu renkli gündelik kostümlerle sakinleştirilmiş ve sade bir atmosfer yaratılmak suretiyle Babette’in Şöleni, parlak, renkli gösterişiyle ayrıştırılarak ortaya çıkarılmış bulunmaktadır. Ortaya çıkan sadece renkli bir ziyafet olmasının yanı sıra, kızkardeşlerin reddettiği, kasabalıların hiç görmemiş olduğu renkli ve gösterişli bir yaşamın da izleri ve kasabalılara ziyafet esnasında bir yansıması olduğu ve kasabalıların hiç bilmedikleri bu yaşamın izlerine sessizce tanıklık ettiği görülmektedir. Martina ve Filippa, kasabalıların ve rahip babalarının havarilerinin, yıllar sonra değişmeye başlayan kuşkucu ve geçimsiz tavırlarıyla dua ederek baş etmeye çalışırken, püriten yaşamlarının o kadar da saf olmadığına şaşkınlıkla tanıklık etmektedirler. Kıskançlıklar sergileyen, gençlik ihanetleriyle yüzleşen kasabalılar artık birbirlerine karşı hiç nazik değildir ve birbirlerini suçlamaktadırlar. Tam da bu sırada, Babette, piyangodan çıkan 10.000 frankın tamamını, bütün sanatını sergilemek için harcamaya ve 14 yıldır sakladığı yeteneğini ortaya çıkarmaya karar vermektedir. Babette, 10.000 frank eline geçtikten sonra, bu parayla ne yapacağını düşünmek için sahilde yürüyüş yaparken Babette’in üzerindeki Fransız kostümünü tüm detayları ile görmek mümkündür. Belden itibaren arkası kabarık iç etekliği (petticoat) ile zarif bir biçimde kabartılmış elbisesi uçuşurken, ince biyeli, büstiyer kuplu, 1800’lerin klasik Fransız tarzı kostümünün, kısa bir süre sonra sergilenecek olan gerçek Fransız Şöleni’nin, Babette’in Şöleni’nin adeta bir habercisi olarak izleyicisinin karşısında sahilde salındığı görülmektedir.
Fransa’dan tekneyle Jutland sahiline gelen pahalı mutfak ve ziyafet malzemelerini teslim almaya gelen Babette karakterini canlandıran Fransız aktör Stephane Audran, yönetmen Axel’e o anda nasıl bir tavır takınması gerektiğini sorduğunda, yönetmen şunu önerir: “Sakinsin, çünkü sanatını gerçekleştirebilmek için tüm gerekli malzemelerin elinde artık.’’(8) Ortaya bir eser çıkartabilmek ve yeteneğini sergileyebilmek için gerekli olanakların elde edilebilmesinin ne kadar önemli olduğunu çok iyi bilen yönetmen Axel’de tam 14 yıl sonra ülkesi Danimarka’ya bu filmle muhteşem dönüşünü gerçekleştirerek sanatını tüm dünyaya gösterebilmiştir. Bir diğer deyişle yönetmen Axel’in ve yeteneklerini sergilemek, eserler üretmek isteyen ve bunun için yaşayan idealist insanların hikayesi olarak karşımıza çıkmaktadır Babette’in Şöleni.
Dünyevi zevklerden arındırılmış olarak yaşayan havariler, müthiş şölenin ardından birbirlerine karşı olan huysuzluklarını ve olumsuz tutumlarını, enfes şölenin etkisiyle tamamen unutarak bir kenara bırakırlar. Pahalı şampanyalar eşliğinde, taze çekilmiş kahvelerini yudumlarken birbirlerine “Tanrı seni korusun” diyerek iyi dileklerde bulunmaya ve huzura kavuşmaya başladıkları görülmektedir. Bu sözlerle ayrıca, yaratıcılığın, kreatif sanat eserlerinin Tanrısal bir duygusu olduğuna da incelikli bir gönderme yapan yönetmenin, püriten yaşam tarzını ve anlayışını bu sahnelerle, zekice ince bir mizah anlayışı ile de eleştirdiği ve dünyevi zevklerin insanları mutlu etmesinin normal olduğunu da vurgulamaya çalıştığı görülmektedir. Kasabalı havarilerin Babette’in Şöleni sonrasında, Martina ve Filippa’nın evinden alışılmadık bir biçimde, el ele tutuşarak ayrıldıkları ve yıldızlı gecenin güzelliğini fark ederek karlar üzerinde daireler çizip şarkılar söyleyerek evlerine gitmeleri ile sonuçlanan Babette’in yetenekleri, sanatı ve şöleni, Rahip Baba’ya ve Tanrı’ya kendini adayan püriten kasaba halkına yıllar sonra mutluluk ve huzur getirmiştir.
Babette’in Şöleni’ni onurlandıran ve yıllar önce Martina’ya aşık olan General Lorens Lowenhielm, Paris’teki Cafe Anglais’nin yemeklerini ve şaraplarını çok iyi bilmektedir. Mutfakta Cafe Anglais’nin kreatif şef ahçısının olduğunu bilmeden, masada övgü dolu bir konuşma yapmaktadır. Generalin filmdeki bu konuşması ile yönetmenin, sanatını reddeden ülkesi Danimarka’ya dolaylı bir mesaj verdiği ve aynı zamanda da barış niteliğinde göndermelerde bulunduğu anlaşılmaktadır: “Haklılık ve huzur birbirlerini öpecek. İnsan, zayıflığı ve dar görüşlülüğü ile hayatında seçimler yapması gerektiğine inanır. Risk almaktan korkar, gözlerimizin açılacağı bir zaman gelir. O zaman anlarız,merhamet sonsuzdur. Reddettiklerimizi bile geri alırız. Merhamet ve gerçek birleşti.”
Mükemmel akşamın sonunda, Babette’e teşekkür eden Martina ve Filippa, 10.000 frank’ın tamamını harcadığı ve Babette parasız kaldığı için üzülürler. Ancak Babette onlara, kendisini kızkardeşlere gönderen ve bir zamanlar Filippa’ya aşık olan Paris’li opera sanatçısı Achille Papin’in sözünü hatırlatır: “Dünyada sanatçının kalbinden gelen uzun bir haykırış yankılanır; Bana Elimden Geleni Yapma Şansı Ver!”
Elinden gelenin en iyisini yapma şansı yakalayan yönetmen Gabriel Axel’in bu filmi; en iyi yabancı film Oscar’ını alarak ödüllendirildiği gibi, varını yoğunu eser yaratmak ve üretebilmek için eline geçen parayı gözünü kırpmadan harcayan sanatçılara ve idealist, kreatif insanlara ilham kaynağı olan bir film olarak, Babette’in Şöleni’nin sunumu esnasında mutfakta sadece ocakbaşında çalışmaktan dolayı değil, bir eser yaratmanın mutluluk ve hazzıyla ocakbaşı’nda yudumladığı son kalan franklarıyla aldığı pahalı şarabın etkisiyle kızaran yanaklarını gösteren sahnesiyle sinema tarihindeki yerini almış bulunmaktadır.
Kaynaklar:
(1)Max Weber
(2)Vikipedia
(3)Vikipedia
(4)Religion in Denmark/the official website of Denmark
(5)The Danish Directors/Ib Bondebjerg
(6)The Danish Directors / Ib Bondebjerg
(7)The Danish Directors/ Ib Bondebjerg
(8)The Danish directors/Ib Bondebjerg
Çiğdem Karavit
cigdemkaravit@hotmail.com