“… ‘uygar’ dünyanın bu en iyi yurttaşı, neresinden bakılırsa bakılsın, Hıristiyan misyoneri tarafından sorguya çekilen vahşi gibidir. Misyoner vahşiye sormuş:
“Ne istersin?”
Vahşi çok sade bir karşılık vermiş:
Ben, çok az çalışmak, çok az düşünmek ve daha çok yemek isterim.
Küçük burjuvalar çok ilginç bir hasta insan tipidirler. Ciddi bir eylem olarak öğrenilen düşünme tekniği, küçük burjuvalarda düşüncenin gelişmesini durdurur. Öyle ki olayların etkisiyle küçük burjuvalar kendisine yabancı olan birtakım düşünceleri bile benimserler. Ne var ki benimsediği bu yabancı düşünceler kaçınılmaz olarak onları hasta eder.”
Maksim Gorki [1]
Henüz ikinci filmini yapan Seren Yüce’nin filmografisi, teoride tartışmalı ve kritik pozisyonları olan “burjuva”, “üst/-orta sınıf”, “elit”, “zengin”, “kentlileşmiş”, “batılılaşmış” vb. terimler üzerinden başlanan eleştirilere yazgılı hale geldi. Rüzgarda Salınan Nilüfer, kaçamak bir nirengi noktası olarak Gorki’nin ifadesini kullanırsak, bir küçük burjuva çekirdek aile (Handan, Korhan ve kızları Aleyna) ile ikincil olarak konumladığı ve bir diğerinin (Şermin, Aykut ve oğulları Poyraz) kendi hayatlarıyla ve ötekilerle ilişkilenme biçimlerinden fragmanlar sunuyor. Seyircisini bu elit çevrenin “özel alan”larında yaşanan gerilimlere kendi perspektifinden doğru bakmaya çağırıyor. Gerilen ne peki? Kişilerin kendi yaşamlarına dair hayalleri ve eylemleri arasındaki bağlar, cinsel arzular, kıskançlıklar, bireyler ve aileler arası sürekli kendini baştan inşa eden iktidar ilişkileri…
Filmin türü pek çok mecrada “dram” olarak anılıyor fakat henüz gösterime girmişken bir patinajla “savaş, gerilim, komedi” olarak da iş yapabilir. Her ikili konuşmayı, hem aileler hem çiftler hem de ebeveyn ile çocuklar arasında (ve belki iki çocuğun savaş oyunu oynamalarında) bir tarafın diğerine gönderdiği mermiler ve bombalar, bazen iki tarafın da çıkarına hizmet edecekse geçici ateşkesler, bir tarafın diğerinin topraklarına (iş yerine, evine) gönderdiği diplomatik çözüm arayışındaki elçiler ve savaş sırasında tarafların kendi içinde kurduğu birlik, beraberlik anları olarak izlemek mümkün. Büyük bir savaşın içinde küçük küçük cephe savaşları… Kişilerin kendi öz yaşam öykülerine yaklaşımları da, tek başlarına tasvir edildikleri sahnelerde benzer bir savaşma halini imliyor. Bu özel alanlardaki muharebeleri röntgenleyen seyirci, mesafelenmiş gözü sayesinde bazen aşinalıktan, bazen bu mesafenin yarattığı rahatlıktan doğan küçümseyici, zavallılaştırıcı, saçma bulduğu, genelde özdeşleşmediği yaşantılarla karşılaşıyor.
Korhan işleri yolunda giden bir özel şirket sahibi. Eşi Handan kafe mi açsa, kitap mı yazsa ya da hayallerini birleştirip kitap kafe mi açsa diye düşünen bir gönüllü işsiz. Kızları Aleyna, ilkokul çağında özel piyano derslerini grup derslerine yeğleyen bir kız çocuğu. Aykut, Korhan’ın desteğini ve sermayesini alabilirse av silahı ticareti yapmayı deneyecek bir girişimci. Şermin henüz ilk kitabını basmış bir metin yazarı. İkincil çiftin ev hayatına pek odaklanmadığımız için Poyraz’ı pek tanımıyoruz. Bunun yanı sıra, bir sahnede görünen kafe sahibi çift, Korhan’ın internetten flörtleştiği bir kadın, ailenin evinde çalışan ev işçisi ve diğer hizmet sektörü çalışanı garsonların, mağaza çalışanlarının sınırlarını çizdiği; cep telefonu ve tabletlerle örülmüş bir fanusta geçiyor film.
Mekansal olarak kentin lüks kafeleri, alışveriş merkezleri, barları, restoranları ve evlerine girip çıkıyor karakterler. Sokakta yürüyor olma, girecek lokanta bulamama hali veya havanın sıcaklığı fanus dışıyla ve kontrol altına alınamazlıkla özdeşleştiği için olsa gerek kişileri ürkütüyor ve rahatsız ediyor. Ötekinin dışarıdan yakınlaşmasının ancak bir “kitap okuru” vasıtasıyla gerçekleştiği bir korunaklılık söz konusu.
Karakterler her ne kadar sınıfsal olarak üst katmanlardan kişiler olsalar da yaşanan pek çok durum ve duygu, farklı görünümlere bürünerek daha alt sınıflara doğru da akabilecek nitelikte. Seren Yüce’nin açıklamalarında da ifade ettiği üzere [2], kendi yaşadığı çevreye dair bir eleştiri ve özeleştiri iddiası var filmin. Eleştirinin hakkını teslim etmekle birlikte, filmin en büyük sorunu özeleştiri ve kendi karakterleriyle yakınlık kurma, hemhal olma noktasında yaşanıyor. Hikayesi en önde olan Handan karakterine ve bu çifte, filmin bir noktadan itibaren -bilinçli veya bilinçsiz olarak- kötü niyetli, anlama çabasından uzak, Şermin ve eşi ile karşılaştırıcı ve yargılayıcı bakış inşası, Rüzgarda Salınan Nilüfer’in seyirciyle kurabileceği samimi ilişkiyi ortadan kaldırıyor.
Seren Yüce’nin “proje delisi” olarak konumladığı, aklında somutlaşmayan yüzeysel projeler peşinde laf kalabalığı yaparak dolaşan kişileri “deşifre” amacıyla yarattığı bir karakter Handan. Bu zihinsel tipin hem toplumsal hayattaki varlığı hem de Handan özelinde temsili ikna edici. Kaynağı burada saklı “Rüzgarda Salınan Nilüfer” ifadesi, bir yandan Handan’ın salınımına işaret ederken, bir yandan da kitabının (roman, öykü vb. edebi türler yok, “kitap” var filmde, yine yüzeyselliğe referansla) ilk betimlemesi oluyor. “Nilüfer” kelimesi henüz kızından duyduğu, kızının aklına nereden geldiğine şaşırdığı bir ifade zaten. Belki neye benzediğini, herhangi bir başka bitkinin yerine neden onu yerleştirdiğini bilmiyor. Bir psikolojik harp anında, Şermin de Handan’ı “nilüferler suda yaşar, rüzgarda salınmaz” diyerek mat ediyor. Bunu tam da “kitap” yazmanın herkesin baktığı çiçeğe başka açılardan bakabilmekle mümkün olduğu iddiasının ardına söylüyor. Öğrenci Handan, öğretmen Şermin’in cezalandırmasına cevap veremiyor. Her ne kadar kendi salınsa da, nilüferin de salınabileceğini hissetse de, ve nilüferler rüzgarda gerçekten çok güzel salınabiliyor olsa da… Fakat film, taşladığı karakterin derinlerinde barındırdığı, ifade etmeyi başaramadığı arzulara hiç ilgi duymuyor.
Film senaryosuyla (daimi başarısızlığa mahkum, gittikçe daha da düşen Handan), kurgusuyla (yatakta sırt sırta yatan çiftin görüntüsünü, sarılıp konuşan diğer çifte kesilmesi), sinematografisiyle (Handan’ın ağlayarak yatağa yıkıldığı plandaki tepeden bakış), müzikleriyle (barda çiftin üzerine adeta boca ettiği deneysel caz performansı) Handan’ı fazlaca kıstırmaya meylediyor. Buna sadece karakterini hissetmeye çalışan oyunculuğuyla Songül Öden direnmeye çalışıyor gibi ama ona kalan alan da kısıtlı.
Özellikle aileler arası krizler arttıkça, Handan sığlığın, acınasılığın, başaramamanın, kıskançlığın, içten pazarlamacılığın, tembelliğin, kendini kandırmanın vb. olumsuzlukların prototipi haline geliyor. Eşi Korhan ise maçoluğun, cehaletin, kibirin, güvenilmezliğin ve doyumsuzluğun… Karşılarına konulan, neredeyse “örnek”leşen çift, kültürel sermayeleri [3], sağlıklı ilişkileri, olgunlukları, mücadeleci kişilikleri, düşünceli ebeveynlikleri ve sükunetleriyle atış tahtasına konulan çiftin zaaflarını parlatıyor.
Filmin finaline dek Handan/Korhan çiftinin seyirciye görünen hayatlarında, bizzat eleştirel gözlem çabası içermeyen, onları biraz daha yakından anlamaya, sempati duymaya yönelik hiçbir an yok. Bu bir yandan filmin peşinde olduğu “sığlık anlatısı” fikriyle ve bu çevreyi de özellikle “sığ” bir şekilde ifade etmeye çalışmasıyla örtüşürken, öte yandan seyirciyle kurduğu ilişkide aynı yüzeysel etkiyi bırakmasına sebep oluyor. “Sempati duymak” için elbette karakterlere aslında olmadıkları düşünülen iyi, doğru, ahlaklı vb. olumlu özellikleri atfetmeye gerek yok. Biraz daha derinlerdeki duygularına, kendi gerçekleriyle karşılaşma anlarına eğilen filmler genelde bu işi başarabiliyorlar. Uca çekersek, kahramanlarının savaş suçlusu, katil, yoz politikacı vb. olduğu ve bunları eleştirirken onlara yine yakınlaşmayı başarabilmiş pek çok iyi film var.
Filmin çift okumalı finalinin ise yukarıdaki handikaplara karşın güçlü bir duruşu ve vaadi var. Aileler arası iyice çekilen ipler Handan ve Korhan için entelektüel, cinsel, ailevi düzlemlerde travmatik anların yaşandığı bir gecede elden boşanıyor. İkili, diğer aileyi hayatlarından söküp atıyorlar. Bunun sonucunda ilk kez, birbirilerine sarılıyor, ağlıyor, sevişiyorlar. Birbirilerine uzunca bir süredir hiç yaklaşamamış insan, ancak “düşman”ı benzer şekilde tanımladıklarında, ikisi de aynı hasımdan yaralandıklarında, ondan kurtularak birbirileriyle yakınlaşabiliyorlar. Bu, hem aile hem pek çok cemaat yapısı üzerinde işleyebilecek bir final haline geliyor. Karakterlerin o ana dek süregelen yüzeyselliklerini aşan, yoğun duygular yaşadıkları, kanlı canlılaştıkları bir an olarak filmi kapatıyor.
Gorki’nin bu alıntısının da geçtiği metin, daha önce Ortam Yayınları’nın bastığı bir derlemede yer almıştı. Öner Yağcı’nın önsözünde metnin 1929-1931 arası yazıları arasında olduğu ifade edilmiş. Fakat metnin orjinalini tespit edemedim. Bir “Can Yücel şiiri” paylaşımı vakası yaşamamak için temkinli davranıyorum. Çevirinin, Gorki’nin “küçük burjuva”ya eş anlamlı tuttuğu “philistine” [meshchane] ifadesini kullandığı, Notes of Philistinism” denemelerinden yapılmış olabileceğini düşünüyorum. Direkt bu türkçe başlıkla bastığı bir kitabına ulaşamadım. Gorki’nin filmde anlatılanlara ışık tutabilecek düşüncelerini de içeren ve tartışan bir metin için “Communism and Consumerism: The Soviet Alternative to the Affluent Society” kitabında, Timo Vihavainen’in “The Spirit of Consumerism in Russia and the West”e bakılabilir.
[2] XOXO The Mag, Murat Emir Eren’in Seren Yüce Röportajı, Mayıs 2016, http://www.xoxothemag.net/post/9166/seren-yuce
[3] Film ekibinin katıldığı gösterim sonrası, izleyicilerden birisi de “filmin Handan ve Korhan’a haksızlık ettiği, bunu da diğer çifte göre kültürel sermaye eksiklikleri üzerinden mi kurduğunu merak ettiği”ni sormuştu yönetmene. Yönetmen böyle bir durum olmadığını, tüm karakterleri gözlemlerinden oluşturduğunu ifade etmişti.
Yiğitalp Ertem
yalpertem@gmail.com
[…] Yiğitalp Erdem: Film senaryosuyla (daimi başarısızlığa mahkum, gittikçe daha da düşen Handan), kurgusuyla (yatakta sırt sırta yatan çiftin görüntüsünü, sarılıp konuşan diğer çifte kesilmesi), sinematografisiyle (Handan’ın ağlayarak yatağa yıkıldığı plandaki tepeden bakış), müzikleriyle (barda çiftin üzerine adeta boca ettiği deneysel caz performansı) Handan’ı fazlaca kıstırmaya meylediyor. Devamını Oku […]