Filmekimi’ne az bir zaman kala bizler de programda öne çıkanları ve merakla beklediklerimizi derledik. Bu yıl da Filmekimi’nde her yıl olduğu gibi programda pek çok yönetmenin son filmi halihazırda iştah kabartıyor. İsterseniz vakit kaybetmeden filmlere geçelim.
Öne Çıkanlar
Ağ (Geu-mul)
Sinemaya bir süre ara verdikten sonra Kim-ki Duk’un dönüşü çok daha tavizsiz ve sert olmuştu. Verdiği araya hızla kapamak istercesine yönetmen her sene istikrarlı bir şekilde bir film çekmeye devam ediyor. Venedik Film Festivali’nde ilk gösterimini yapan son filmi Ağ’da, yönetmen Kuzey ve Güney Kore arasındaki siyasi krize sıradan bir insanın öyküsü çevresinde odaklanıyor.
Albüm
Cannes Film Festivali’nde ilk gösterimini yaptıktan sonra Kudüs ve Saraybosna Film Festivali’nden de ödülle dönen Mehmet Can Mertoğlu’nun ilk filmi Albüm, bir çocuk evlat edinmeye çalışan evli bir çiftin hikâyesini anlatıyor. Çiftin mutlu bir aile tablosu oluşturmak adına yaptığı eylemlerin Roy Andersson’ın filmlerine benzer şekilde sekans sekans aktarıldığı yapımda, yönetmen anlatımıyla seyirciyi filme yabancılaştırıyor. Bu şekilde, kurulmaya çalışılan “muazzam aile” imajının da altı oyularak toplumda idealize edilen hayatların, kişilerin ve ülkülerin içi boşluğu ve işlevsizliği ortaya çıkıyor. Fazla yapaylığa düşmeden, işi sitcom basitliğine dönüştürmeden ironinin de eleştirinin de komedinin de yerli yerinde ve ölçülü bir şekilde kullanıldığı filmin en büyük avantajı yönetmenin ne yapmak istediğini çok iyi bilmesi. Mertoğlu ilk filmi olmasına karşın, hikâyesini, karakterleri, diyalogları, oyuncu yönetimi ve mizansen anlayışıyla inanılmaz bir iş gerçekleştiriyor. Filmekimi’nin mutlaka izlenmesi gereken filmlerinden.
Arrival
Ted Chiang’ın kısa hikâyesinden uyarlanan Arrival, bu yılın en merakla beklenen bilimkurgu filmi olarak gözüküyor. İçimdeki Yangın ve Sicario gibi filmlerden sonra ne çekse izleriz dediğimiz Denis Villeneuve son filminde dünyaya musallat olan uzaylıların niyetini anlamaya çalışan bilim insanları üzerinden dil, iletişim, teknoloji ve evrendeki yerimizi sorgulayan heyecanlı bir yapıma imza atıyor.
Ben, Daniel Blake (I, Daniel Blake)
Ken Loach’un ilk dönemindeki tavizsiz, düz gibi görünen ama katman katman toplumsal meseleleri, sınıf çatışmasını ve fırsat eşitsizliğini bireysel hikâyeler üzerinden deştiği Kes ve Poor Cow gibi filmlerden biri Ben, Daniel Blake… Yönetmenin son dönemindeki seyirliği yüksek filmlerin aksine, seyirciyi zorluyor ve sistemle yüzleştiriyor. Film bittikten sonra seyircilerin boğazında bir düğüm kalıyor. Loach filmografisinin en iyilerinden olan yapım, Filmekimi programının da olmazsa olmazlarından!
Fırtınadan Sonra (Umı Yori Mo Mada Fukaku)
Hirokazu Kore-eda, son filminde boşanmanın ardından dağılan bir aileye odaklanıyor. Cannes Film Festivali’nde Belirli Bir Bakış bölümünde gösterilen film, “kaybeden” baba, yeni bir hayat kurmaya niyetlenen sorumluluk sahibi anne ve arada kalmış küçük oğullarını, bir fırtınada, babaannenin evinde bir araya getiriyor. Kore-eda, hümanist bakışını ve gündelik detaylarda bulduğu hazineleri bir kez daha göz önüne sererken, mizahı da ihmal etmiyor.
Hizmetçi (Ah-Ga-Ssi)
Chan-wook Park’ın Cannes’da yarışan son filmi, 1930’larda Japon işgali altındaki Kore’de geçiyor. Sarah Waters’ın The Fingersmith adlı romanından uyarlanan film, zengin genç bir Japon kadın, onu kandırıp zenginliğini ele geçirmeye çalışan Koreli bir adam ve adamın tuttuğu Koreli hizmetçi arasındaki entrika etrafında dönüyor. Yönetmenin sinema eleştirmenleri nezdinde Oldboy’dan beri en çok övgü alan filmi olma özelliğine sahip. Merakla bekliyoruz.
İki Eli Kanda (Hell Or High Water)
Tutku Nehri ve Yeryüzündeki Son Aşk gibi kendi hayran kitlesini oluşturacak kadar “ya sev ya nefret et” tarzında filmlere imza atan David Mackenzie son filminde Sicario’nun senaristi Taylor Sheridan’la çalışıyor. Bankaya borçlanan ve tek varlıkları olan aile çiftliğini ipotekten kurtarmaya çalışan iki erkek kardeşin hikâyesini anlatıldığı film, hem Western türüne getirdiği modern bakış hem Nick Cave ve Warren Ellis imzalı müzikleriyle bolca övgü toplamıştı. Yılın öne çıkan yapımları arasında gösteriliyor, bizden söylemesi…
Kabakçığın Hayatı (Ma vie de Courgette)
Kabakçığın Hayatı, Cannes Film Festivali’nin en sevilen filmlerinden biri olarak adını duyurdu. Alkolik annesinin ölümüyle yetimhaneye gönderilen dokuz yaşında bir çocuk, burada kendi gibi zor bir çocukluk geçirmekte olan yaşıtlarıyla arkadaş olur. İzleyiciye sıklıkla kahkaha attıran ama aynı zamanda melankoliyi hiç elden bırakmayan Kabakçığın Hayatı, yetim olmanın sancılarını müthiş bir duyarlıkla ele alıyor. Yönetmen Barras’ın yakaladığı duygu zenginliği ve Céline Sciamma’nın (Girlhood, Tomboy) yazdığı ustalıklı senaryosuyla film, kendini her yaştan izleyiciye koşulsuz sevdiriyor. İsviçreli yönetmen Claude Barras’ın bu ilk uzun metrajlı filmi, Cannes’da yönetmenlerin On Beş Günü bölümünde prömiyerini yaptı ve İsviçre’nin Oscar adayı oldu.
Kaptan Fantastik (Captain Fantastic)
Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünden “En İyi Yönetmen” ödülüyle dönen Matt Ross, kahkaha ve gözyaşıyla bezenmiş bir filme imza atıyor. Ben, altı çocuğunu medeniyetten uzakta, ABD’nin Kuzeybatı Pasifik ormanlarında hayata hazırlamaktadır. Ebeveyn olma hali, bu izole ortamda kendi doğrularını yaratmıştır ve çocuklar moderniteye karşı bir bağışıklık kazanamamışlardır. Karısının ani ölümünün ardından bütün düzeni yerle yeksan olan Ben, ailesini şehre getirmek zorunda kalır. Çocuklar şehirle, babaları ise ebeveynlik yöntemleriyle yüzleşmek zorunda kalacaktır.
Kara Büyü (Goksung)
Ölümcül Takip ve Ölüm Denizi ile tanıdığımız Hong-jin Na, yeni filmiyle korku türüne göz kırpıyor. Olaylar Kore’de Goksung isimli küçük kasabaya Japonca konuşan, yaşlı bir adamın gelişiyle başlar. Aynı dönemde kasabada kimi insanların saldırganlaşması, hatta cinayet işlemesiyle sonuçlanan vakalar görülür. Polis olayı araştırmaya çalışırken, durumu kasabaya gelen gizemli yabancıyla ilişkilendirenler de olur. Zamanla batıl inançlar ve paranoya, bilimsel araştırma yöntemlerinin önüne geçer. Komiser Jong-gu olayı çözmeye çalışırken, hem kendisini hem de ailesini kara büyü ve şamanların çevrelediği bir kâbusun içinde bulur. Korku sinemasının farklı alt türlerini ustalıkla birleştiren Kara Büyü, temposuyla izleyiciyi avucuna alıyor ve asla bırakmıyor.
Karanlık Görev (Miljeong)
Dünya prömiyerini Venedik’te yapan Karanlık Görev, Güney Kore’de 10 günde 4 milyon izleyiciyle gişe rekoru kırdı. Şeytanı Gördüm ve Karanlık Sırlar’ın yönetmeni Kim Jee-woon, uzun zamandır özlemini duyduğumuz sağlamlıktaki bu polisiye filmde 1920’lerin Japon işgali altındaki Kore’sinde geçen bir casusluk öyküsü anlatıyor. Kara film sevenler ekran başına!
Masumlar (Les Innocentes)
1945 yılının Aralık ayında Polonya… Toplama kampından kurtulanlar ve yaralı askerlere yerel tıbbi destek yetersiz kalınca Kızılhaç, bölgede birçok doktor görevlendirir. Bu doktorlardan Fransız Mathilde, bir çağrı üzerine gittiği manastırda hamile bir kadının doğum yapmasına yardımcı olur. Fakat manastırda Rus askerlerin tecavüzüne uğrayarak hamile kalmış başka rahibeler de vardır ve başrahibeye göre bu durum mutlaka bir sır olarak kalmalıdır. En son 2015’te Aşkın Dili filmini izlediğimiz deneyimli yönetmen Anne Fontaine’in çektiği, inanç ile dünyevi gerçekler arasındaki çatışma hakkındaki bu çarpıcı dram, gerçek olaylardan esinleniyor.
Mezuniyet (Bacalaureat)
Kızının yozlaşmış bir ülkeden kurtulabilmesi adına bir baba, kendisi de yozlaşır mı? Mezuniyet, Altın Palmiye’li 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün’le dünya çapında tanınan Romen yönetmen Cristian Mungiu’nun imzasını taşıyor. Cannes’da En İyi Yönetmen Ödülü’nü paylaşan bu etkileyici dram, ahlak ve yozlaşmayla ilgili tespitleriyle evrensel bir nitelik kazanıyor. Usta işi senaryosu, etkileyici performansları, aileden yola çıkıp toplumu gösterirken alttan alta işlediği paranoya hissi ve gerilimle Mezuniyet, yılın en çok takdir toplayan filmlerinden.
Olli Maki’nin En Mutlu Günü (Hymyilevä Mies)
Olli Maki’nin En Mutlu Günü, kariyerinin en önemli müsabakasına çıkmak üzere olan ve bununla hiç ilgilenmeyen bir boksörün hikâyesini siyah-beyazın melankolisiyle bezeyerek anlatıyor. Olli Maki’nin En Mutlu Günü, Cannes’daki Belirli Bir Bakış’ın En İyi Film ödülünü kazanmıştı.
Paterson
Jim Jarmusch, izleyiciye çok sevdirdiği vampirlerden yeniden insanlara dönüyor, hem de ilk bakışta en sıradan olanlarına. Adı Paterson, New Jersey’de ne tesadüftür ki Paterson’da yaşıyor. Kullandığı otobüsün numarası 23; evet, kendisi de otobüs şoförü. Dinlemesini çok iyi bilir, fazla konuşmayı sevmez ama yazmak onun tutkusudur. Bir otobüs şoförü olmanın en iyi taraflarından birisi belki de budur; Paterson kendisiyle sık sık baş başa kalıp hep yanında tuttuğu not defterine şiirler yazar. Jarmusch, “şiirsel” sinemasını Paterson’da şiirin kendisiyle harmanlıyor ve izleyen herkesin tanışmaya bayılacağı bir karakter çıkarıyor karşımıza.
Satıcı (Forushande)
Bir Ayrılık’ın yönetmeni Asghar Farhadi, Fransa’da çektiği Geçmiş’in ardından sarsıcı bir dramla yeniden ülkesine dönüyor. İran’da günümüzde geçen filmde Arthur Miller’ın Satıcının Ölümü oyununu sahneye koyan tiyatrocu çift Rana ve Emad, yeni bir eve taşınır. Rana, burada saldırıya uğrar. Emad, travmasını sessizce atlatmaya çalışan Rana’nın aksine intikam alma yolunu seçer. Farhadi’nin izleyiciyi girdap gibi içine çeken ve mükemmel işleyen senaryosu ve oyuncu kadrosunun kusursuz performansları, filme Cannes’da iki ödül ve bol övgü kazandırdı.
Sieranevada
Bay Lazarescu’nun Ölümü’yle tanınan Cristi Puiu’nun yönettiği Sieranevada, Romanya Yeni Dalgası’nın son dönemde en heyecan verici temsilcisi. Bu yılki Cannes yarışmasının favorilerinden biri olan film, izleyiciyi bir yas evinde toplanmış kalabalık bir aileyle baş başa bırakıyor. Komünist aile dostundan, komplo teorilerine inanan kuzene birçok aile ferdiyle geçirilen vakit, izleyiciye insanlık durumlarından Romanya’nın yakın dönem tarihine uzanan bir yolculuk hissi veriyor. Mizahın ihmal edilmediği bu dram, hemen hemen tek bir mekânda geçse bile sinemanın imkânlarının ne kadar geniş olduğunu hatırlatan modern bir başyapıt.
Riskliler
Alt Tarafı Dünyanın Sonu (Juste La Fın Du Monde)
Genç yaşta pek çok film çeken ve katıldığı festivallerden ödülle dönen Xavier Dolan’ın son filmi tipik bir işlevsiz aile teması etrafında şekillenen melodram formatında bir yapım. Melodram sinemasına biçimsel yenilikleriyle farklılık katan ve atmosferi öne çıkaran Dolan’ın son filminin kadrosu muhteşem olsa da, açıkçası Dolan’ın olgunlaşamamış sinemasının ve tekrara düşen biçimciliğinin “ben bu filmi görmüştüm” dedirtme ihtimali de yüksek.
Aşk ve Savaş (On the Milky Road)
2008’de çektiği Maradona belgeselinden sonra uzun süredir sessiz kalan Emir Kusturica, Bosna Savaşı sırasında geçen acı tatlı bir filmle geri dönüyor. Mizah unsurlarının savaşın acısıyla birleştiği yapım Venedik’te Altın Aslan için yarışmış, ancak çok fazla olumlu eleştiri almamıştı. Sekiz yıllık aradan sonra Kusturica’dan yeni bir şeyler bekleyebilir miyiz, ya da yeni bir Underground görebilir miyiz… Açıkçası umutsuzuz. Yine de bir festivalde Kusturica varsa, her zaman renk de vardır.
Çatışma (Eshtebak)
Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünün açılış filmi olarak seçilen ve Mısır’ın Oscar adayı olan Çatışma, 2013 Mısır Askerî Darbesi sırasında geçen bir hikâye anlatıyor. Tamamı bir polis kamyoneti içinde geçen film, çatışma halindeki iki ayrı gruptan, Mursi yanlıları ve ordu destekçilerinden gözaltına alınan insanların aynı yerde kapalı kalması fikrinden yola çıkıyor. Fransızların fazlasıyla övgüye boğduğu filme mesafeli yaklaşmakta fayda var. Ne zaman Fransızlar bir Arap ya da Afrika filmini çok övse, mutlaka arkasından taraflı ve oryantalist bir bakış açısı çıkıyor. Yine de bir şans verilebilir.
Ma Loute
1910, Fransa’nın kuzeyinde bir sahil kasabası… Geçim için midye toplayan, çamurlar içinde yaşayan fakir bir aile… Her halleri abartılı, zengin diğer aile… Ve bu bölgede kaybolan insanları araştıran Laurel ile Hardy benzeri iki dedektif… Son dönemde komedide yeni bir soluk bulan Fransız sinemasının en başarılı yönetmenlerinden Bruno Dumont, Cannes Film Festivali’nde yarışan yeni filmi Ma Loute’u bu üçayak üzerine kuruyor. Fransa’nın en parlak oyuncularının da katkısıyla yakaladığı absürd mizah ve fiziksel komediyle Dumont bir yandan sınıf çatışmasına odaklanırken, bir yandan da yarattığı özgün görsellikle zihinlere kazınacak bir dünya yaratıyor.
O (Elle)
Temel İçgüdü, Showgirls, RoboCop gibi tartışma yaratmış modern klasiklerin yönetmeni Paul Verhoeven hâlâ cesur ve kışkırtıcı. Hollandalı ustanın Fransa’da çektiği yeni filmi O, orta yaşlı iş kadını Michèle’in tecavüze uğradıktan sonra yaşadıklarını anlatıyor. Michèle, çocukken yaşadığı korkunç bir olayın hayatını mahvetmesine izin vermemiş, bu büyük travmayı soğuk ve acımasız bir karakter geliştirerek atlatmıştır. Bu kez kurban rolündense avcı olmayı seçer; tecavüzcüyü kendi yöntemleriyle bulmaya ve intikam almaya kalkışır.
İtirazımız Var!
Frantz
François Ozon’un en sevdiğimiz yanları cüretkar, cesur ve denemeyi seven, türlerle oynayan ve tür sınırları içerisine hapsolmayan yapımlar üretmesi… Yönetmen son filminde, Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Almanya’da küçük bir kasabaya bizleri götürüyor. Öldürdüğü gencin ailesini ve nişanlısını tanıyan ve kendisini onun yerine koymaya çalışan bir Fransız’ın hikâyesi üzerinden Alman-Fransız çatışmasına ve savaşa bir bakış atıyor. Melodram türündeki filmin en büyük dezavantajı ise Yeşilçam filmlerini hatırlatacak kadar melodramın tüm klişelerini kullanması… Biz filmi zayıf bulduk. Ernst Lubitsch’in filme kaynaklık esen Maurice Rostand’ın oyunundan çevirdiği Broken Lullaby’deki yönetmenliğini çok daha başarılı bulduk. Ama filmi beğenmeyenler kadar sevenlerin de olduğunu söylemekte fayda var.
Julieta
Pedro Almodovar son dönemde Avrupa’da sayısı gittikçe azalan yaratıcı yönetmenlerden biri. Ancak son filmlerindeki kendini tekrar eden tavrı, yönetmenin son filminde düz bir senaryo ve sıradan oyunculuklarla birleşince oldukça sıkıcı bir melodramla karşı karşıya kalıyoruz. Almodovar’ın çok daha iyilerini yaptığını bildiğimiz için Julieta’ya bir türlü ısınamadık.
Meçhul Kız (La Fille Inconnue)
Avrupa’nın büyük auteur yönetmenlerinden sonra en çok övgüye boğulan yönetmenlerin başında gelen Dardenne Kardeşler son filmlerinde de vicdan ve suçluluk duyguları üzerine gidiyor. Ancak şöyle ki, Meçhul Kız’daki başkarakter içine girmesi daha zor, durumunu anlaması daha güç bir karakter. Dardenne Kardeşler’in kamerası ve meselesi aynı, ancak bu sefer diğer filmlerinin daha gerisinde kalıyor vicdan ve suçluluk gibi duygular üzerinden yapılan hesaplaşma süreci… Ancak yine de bir Dardenne Kardeşler filmi neticede.
Toni Erdmann
Cannes’da kazandığı FIPRESCI ödülünden ziyade yaşattığı tartışmalarla adını duyuran, ödül töreninden önce pek çok listenin favorisi durumunda olan Toni Erdmann yılın en uçuk kaçık filmlerinden biri. Buna şüphe yok. Maren Ade’nin yönettiği filmde çılgın bir baba ile modern çalışma hayatının dişlilerinden biri haline gelmiş kızının hikayesini izliyoruz. Drama ve mizahın tonlarının uçlarda seyrettiği filmin fazla abartıldığını, süresinin gereksiz uzun tutulduğunu ve aldığı övgülerin aşırı olduğu düşüncesindeyiz. Yine de karar sizin. Yılın keşfi mi fazla abartılı mı, kararı sizler verin.