Her şey Cannes Film Festivali sırasında hazırlanan Screen Daily dergisinin gelenekselleşen not tablosunda Toni Erdmann’ın tüm zamanların en yüksek puanını almasıyla başladı. Altın Palmiye için eleştirmenlerin favorisi olan film, festivalde FIPRESCI ödülüyle yetinmek zorunda kaldı. Ancak yarattığı tartışma tüm dünyayı sardı ve neredeyse bu yılki her festivalin en merak edilen filmi olmayı başardı. Cinemascope dergisinin Maren Ade ile yaptığı geniş söyleşide yönetmen filmin yapım süreci ve altmetniyle ilgili önemli saptamalarda bulunuyor.
2009 yılında Berlin’de prömiyeri gerçekleşen Everyone Else’in (Herkes Gibi) ardından yedi sene sonra üçüncü filminizin Cannes’da ilk gösterimi yapıldı. Bu kadar uzun süren gecikmenin nedeni neydi?
Maren Ade: Herkes Gibi’yi çektikten hemen sonra yapımcı olarak çalışmaya başladım. Janine Jackowski ve Jonas Dornbach ile Komplitzen Film isminde bir şirket kurduk. Bu nedenle bu kadar uzun sürdü. Bununla birlikte, Toni Erdmann’ın senaryosunu yazmak da epey zaman aldı. Senaryo yazımı bir buçuk ya da neredeyse iki yıl kadar sürdü. Ardından filmin finansmanını sağlamak gerekti ve hazırlanmak için Romanya’da beş ay kadar zaman geçirdim. Çekimlerle uğraşmak neredeyse bir yıl kadar sürdü ve bunun ardından 100 saati aşkın görüntünün kurgulanması tekrar bir buçuk yıl kadar bir zaman aldı. Tüm bunlar olurken iki defa anne oldum. Ancak benim için zaman oldukça hızlı geçti.
Pek çok yönetmen her yıl ya da iki yılda bir film yapma eğiliminde ve sanki filmin son hali için çok fazla iş kalmıyor gibi görülüyor. Bu filmde ise, sizin de ifade ettiğiniz gibi yazım, yönetim ve kurgu aşamalarının her birinde büyük çaba sarf edildiği hissediliyor. Öncelikle senaryo hakkında konuşabilir miyiz – baba ve kız fikri ile mi başladı?
Elbette, en başta baba-kız konusu vardı ancak ikisi arasında gerçek bir çatışma yoktu. Buna göre baba muzip olacaktı ve kadın karakterin de benden tamamen farklı bir mesleği olmasını istedim. En başta hangi meslekten olacağına karar vermemiştim. Yurt dışında bir işi olmasını istedim ve bu nedenle yönetim pozisyonunda çalışan kadınlar hakkında epey araştırma yapmaya başladım. Doğru şirketi ve doğru işi bulmam gerekiyordu. Tesadüfen danışmanlık fikri ortaya çıktığı için şanslıyım. Danışmanlık bana ilgi çekici geldi çünkü bu işin önemli parçası, ortaya koyacağınız belirli bir işin olmaması – gerçekten bir rol oynuyorsunuz. Danışmanlığı normal bir yönetim pozisyonundan daha güçlü buldum. Böylece baba karakteri ile iyi bir uyum sağlamış oldu. Daha sonra mizah ya da komedi ve komedyenler hakkında araştırmalar yaptım. Internet üzerinden Andy Kaufmann hakkında yaptığım araştırmalara dört hafta kadar uzun bir süre harcadım.
Demek ki Toni Erdmann bir şekilde Tony Clifton’ı anıştırıyor?
Evet ve özellikle onun yaptığı o güreşi ve kadınların ona kızgın bir biçimde yazdığı mektupların olduğu müthiş kitabını (Dear Andy Kaufmann, I Hate Your Guts) beğeniyorum. Öte yandan, bazı Alman komedyenleri de araştırdım. Bu nedenle, yazdıktan sonra tekrar araştırma yaptım ve sonra yeniden yazdım. Örneğin, Ines’in filmde yaptığı sunum benim için en zor şeydi çünkü bunu yazabilmek için iş dünyasıyla ilgili her şeyi ve onun seçeneklerini anlamak zorundaydım. Fazla karmaşık olmayan ama yine de biraz karmaşık bir projede yer almasını istedim ve aynı zamanda petrol endüstrisini seçmek biraz zaman aldı. Bunun nedeni de Romanya’da çeşitli şirketleri ziyaret etmemdi. Ancak rastlantı eseri Bükreş’e hızlı bir biçimde karar verdim. Sanırım her bir sahne belirli bir yerde çekilmek için yazılıyor, bu nedenle önce sahneyi yazıp sonra diğer her şeyi bulmak gibi bir yöntemi uygulamıyorum. Orada sahneyi kurmadan önce o gece kulüplerine gitmem gerekti; aksi halde öyle bir sahneyi hayal edemezdim.
Senaryoyu yazarken çekim yapacağınız yerlerin keşfini yapıyor musunuz?
Romanya’da barlara gidiyor, akşam yemeklerine çıkıyor, otelleri ziyaret ediyor ve çekim yapılabilecek yerleri dolaştıktan sonra yazmaya geri dönüyordum. Bunu iki ya da üç defa yaptım.
Filmin geçtiği mekanlar oldukça çarpıcı. Büyük ihtimalle Cristi Puiu’nun aile içi ilişkilere dayalı ve belki de sizin filminizden birkaç kilometre uzak bir yerde çekilmiş olan Sieranevada filmini izlemediniz. Sadece coğrafi mekan ya da zaman olarak değil, filmler aynı zamanda birbirinden farklı evrenler. Sizin, karakterlerin bulundukları yerden uzaklığa uyan steril ya da sıradan ve arada kalmış mekanlarınız var. Tüm bu mekanlardan sonra nasıl hissediyorsunuz?
Romanya’da bu durum biraz acımasız. Bir yanda sizin ve benim düşündüğümüz Romanya ve diğer yanda Romanyalı üst tabakanın ve başka ülkelerden çalışmaya gelenlerin yaşadığı yerler… Romanya’da aşırı zengin insan sayısı az ve bildiğiniz gibi burada Berlin’de de zenginler var ama bunu göstermiyorlar. Şimdiye kadar gerçekten pahalı araçların ve ona benzer şeylerin bu kadar çok olduğu ve bu derece acımasız farklılığın olduğu bir şehirde bulunmamıştım. Bir yanda bu aşırıya kaçan şeyi sevmelerini beğeniyorum ama öte yanda her yerde olabilirsiniz. Bükreş ile ilgili olarak üzücü olan şey; çevrede dolaşırken Avusturya ve Alman şirketlerine ait tüm bu bayilikleri görüyor ve her şeyi başka ülkelerden ödünç alındığını düşünüyorsunuz; insanların kendilerini Avrupa ve Amerika’nın zengin kesimine sattığını hissediyorsunuz. Ayrıca şirketlerin içinde milliyetçilik bağlamında Romanyalıların ve Almanların arasında bir hiyerarşi var; her ne kadar Almanlar teknik uzmanlığı sahip olsa da bu tutumun değişmesi gerekiyor. Bu yüzden Romanya hakkında pek çok ilgi çekici şey olduğunu düşünüyorum. Corneliu Porumboiu ve Ada Solomon araştırma sırasında bana yardımcı oldular ve bu sayede orada bazı bağlantılar kurdum. Corneliu’nun danışman olarak çalışan bazı arkadaşları var. Onun aracılığıyla Berlin’de benim yaşadığım bölgeden giden Alman bir danışman kadınla tanıştım ve onu Bükreş’te buldum. Son derece açıktı ve bana yardımcı oldu. Bunun ardından Sandra da ondan pek çok şey öğrendi; senaryoda olana çok benzer bir iş yapıyordu.
Senaryoyu yazarken kafanızda Sandra Hüller ve Peter Simonischek var mıydı?
Hayır, pek çok oyuncu ve kombinasyonun yer aldığı bir oyuncu seçimi süreci oldu, ancak onlar en iyisiydi. Oyuncu seçimi sürecinin uzun olmasını gerçekten seviyorum. En az on oyuncuyu denemediğim tek bir rol bile yok. Ardından diğer rollerin seçimi için Bükreş’e gittim. Ines’in yardımcısı Anca için mükemmel bir Anca ve Peter için mükemmel olan Flavia gibi pek çok oyuncu buldum. Oyuncu seçimini sevmemin nedeni karakterler ve ilişkiler hakkında bir şeyler bulmak için iyi bir fırsat olması. Bunun neredeyse prova sürecinin bir parçası olduğunu hissediyorum.
Karakterlerin değişti mi yoksa senaryoda yazıldığı gibi miydi?
Oyuncu seçimi sırasında aktörlerle gerçekten çalıştığım için sonuçta istediğime yakın bir şeylere ulaşıyorum. Bazen her ne kadar sade olsa bile, daha öncesinde oyuncu seçimi sırasında yaptığımız kimi şeyleri çekimler sırasında yapmak oldukça zor olabiliyor. Bazen sette şöyle düşündüğünüz olabiliyor: “Hımm bunu daha önce yaptık. Son derece kolaydı ama bir anda artık olmamaya başladı”. Bunun tek nedeni artık yeni hissedilmemesi ve daha sonra istediğinize ulaşabilmek için başka bir yol bulmanız gerekiyor.
Winfried’in sahip olduğu özellikleri kendi babanızdan yola çıkarak mı oluşturdunuz?
Evet. Babam sürekli şaka yapmaktan hoşlanan oldukça nüktedan biri. 20 yaşında gönüllü hizmetimi Münih’te yaparken ilk Austin Powers filminin prömiyerine biletim vardı. Filmin anısına o sahte dişlerden dağıtmışlardı ve ben onu hediye olarak babama verdim. Daha sonra o sahte dişle şakalar yapmaya başladı. Bu yüzden diş fikri gerçekten ondan ödünç aldığım bir şey ve sonrası… Tam o değil. Ancak iyi bir mizah anlayışı var ve bu gerçekten bana eşlik etti.
Dişle yapılan o şey, gerçekten tuhaf bir alışkanlık. Bunu daha önce bir filmde gördüğümü sanmıyorum ve bu, yapmaya karar verip vermemekten bağımsız olarak, kendisinin muzip bir kişiliği olduğunu ifade ediyor. Ancak filmin ikinci yarısında kasıtlı olarak ve bilinçli bir kararla farklı bir kişiliği oynayarak değiştiğinde, tamamen farklı bir karakter olduğunda…
Bir sürpriz yapıp ‘Toni’ olarak görünmesi, bunu yapmasının büyük bir adım olması ve bunun inanılır bir biçimde olması fikri üzerinde oldukça fazla çalıştık. Peter ile o sahne için üç çekim günü çalıştık, ki bu gerçekten uzun bir zaman çünkü seyirci buna ikna olmazsa ve eğer sahne işe yaramazsa filmi çöpe atabilirsiniz. Toni olmayıp Winfried’i oynamak zorunda olması Peter için çok kolay değildi- biliyorsunuz bu ikili rol değil, iki farklı kişiyi oynamak gibi değil. Toni’yi oynayan Winfried oldu. Çekimler sırasında zaman zaman beklenenden daha fazla oynamasına imkan olmadığında biraz üzüldü. Peter’ın gerçekten ince bir çizgide yürümesi gerekti.
100 saatin üzerinde çekim yaptığınızı söylediniz ve pek çok tekrar almaktan hoşlandığınızı biliyorum. Çoklu çekimler yaptığınızda bunlarda oyuncular farklı şeyler deniyorlar mı, farklı kamera yerleşimleri ya da hareketler var mı?
Bu daha çok her şeyin mükemmel bir biçimde bir araya gelmesini bulmak gibi. Bazen daha çok oyunculuk, bazen de kameranın akışı… Belki iki karaktere odaklanıldığı için çok da fazla hissetmiyor olabilirsiniz ama filmde küçük yan karakterler ve daha pek çok şeyin olduğu neredeyse 2.000 tane ekstra var. Uzun sürse bile her sahnede olup bitenleri düzenlemeye çalıştım. Örneğin, sondaki parti sahnesindeki son çekim on dakika uzunluğunda. Onun mükemmel olması için bir haftaya ihtiyacım oldu ancak uzun bölümleri alıp onlar üzerinde oynama yapıyorum. Oyuncuların sahip olduğu enerji ilgi çekiciydi ve onların bir sahneyi sürüklemeleri ya da gerçekliği deneyimlemeleri için bir şans vermek istedim. Çok fazla duraklarsanız film gerçekliği ortaya çıkmıyor çünkü daima film çekiyor gibi hissediyorsunuz.
Oyuncuların altmetinlerin farkında olarak serbest oyunculuk biçiminde çalışmalarını denedim çünkü filmlerimde temel çatışmayı altmetinler oluşturuyor. Bu çok titizlikle yapılmalı yoksa yapmaya çalıştığınız şey parçalara ayrılabilir. Diğer bir deyişle, oyuncuların karakterlerinin ne söyledikleri ve nasıl davranıyormuş gibi yaparken gerçekte nasıl düşündüğü, hissettiği ya da ne demek istediklerinin farkında olmaları gerekiyor. Çekimler sırasında tek bir mükemmel şey bulmuyorum ancak neyin doğru olabileceğini hissediyorum ve sonrasında en az diğer iki güzel seçeneğimin de olmasını istiyorum ki, belki kurguda onlara ihtiyaç duyabilirim. Kurgu odasında olduğum pek çok zaman: “Hadi be, bu yanlıştı” diye düşünüyorum ve bu nedenle çekimler sırasında kendime tamamen güvenemiyorum.
Kubrickvari bağlamda bu bir mükemmellik meselesi değil; siz ne istediğinizi biliyorsunuz ve istediğinizi doğru bir biçimde alana kadar tekrar ve tekrar çekim yapıyorsunuz…
Hayır hayır, asla öyle çalışmıyorum. Benim için daha çok bir şeyleri keşfetmek gibi. Mükemmel ya da doğru şeyin ne olduğunu bilseydim benim için film çekme süresi yarı yarıya kısalırdı. Ne olacağına açık olmak ya da ne olabileceğini görmeye çalışmak ve odak noktanızı yitirmeden bir şeyleri uyumlu hale getirmek bir filmi daha iyi yapıyor. Aynı zamanda ritim ve buna benzer konular açısından, sahnenin ritmini yitirmek gibi son derece riskli bir duruma da neden olabiliyor. Genellikle bir sahneyi tek bir açıdan on ya da on iki açıdan çekiyoruz. Sandra bir röportajında her bir sahneyi 30 ya da 40 defa oynadığını söylemişti, yani aslında bu doğru. Ancak bunun tiyatroda çalışmaktan pek de fazla farkı yok. Ben daha fazla bile tekrar alabilirim.
İzleyicilerin bu filmde karakterlerinizi hangi noktaya kadar tanımalarını amaçladınız? Herkes Gibi ve Toni Erdmann’ın ortak noktası bu, gerçi Toni Erdmann bir adım daha ileriye gidiyor. İzleyiciler Herkes Gibi’de karakterlerle kendilerini aşağı yukarı özdeşleştirebiliyorlardı. Ancak burada durum farklı, diğerinde romantik bir ilişki varken burada farklı bir durum var. Bir izleyici ve film eleştirmeni olarak bu şekilde konuya dahil olmaya çok istekli değilim, zira bu bazen çok kolay olabiliyor. Ancak sizin filmlerinizde bu konuda bir problemim yok ve bunun neden olduğu üzerine düşünmek ilgi çekici. Belki bunun nedeni karakterin bakış açısına bile herhangi bir ayrıcalık tanımamanız.
İki karakter ve iki yön olduğunda bunu hep istiyorum. Daha fazla özgür hissetmediğimde özdeşleşmeyi sevmiyorum. Karakterlerin hangisiyle kendinizi özdeşleştirmek istiyorsanız bunu yapmakta özgürsünüz. Ancak karakterler bir şeylere kendileri karar vermiyorlar, ki bu benim için gerçekten önemli. Bu nedenle artık daha da özgürsünüz. Öte yandan, onların çatışmasına mümkün olduğunca yaklaşmaya çalışıyorum. Bu özdeşleşmeyi istiyorum demek gibi bir şey değil – bazı filmler bunu yapıyor ve benim asıl amacım bu değil- daha çok karakterlerin ardında ne olduğuna bakacak durumları oluşturmaya çalışıyorum ya da her zaman onların söylediklerinden daha fazla bir şeyler olup bitiyor. İnsanlar bana bu tuhaf ve buna benzer hisleri nasıl yarattığımı soruyorlar ancak filmin kendisinden daha fazla tuhaflık olduğunu düşünüyorum. Bu tuhaflık hissi belki de karakterlerde kendinizi bulmanız gerçekliğinden ortaya çıkıyordur. Benim için bir film sizin de etrafta biraz dolandığınız bir şey olmalı, bu nedenle özgürlük olmadan özdeşleşme bana uygun değil.
Özgürlüğe sadece filmin uzunluğundan değil, aynı zamanda sahnelerin de uzunluğundan dolayı mı sahipsiniz? Herhangi bir filmde bulabileceğinizden daha uzun süre etkileşime olanak sağlıyorsunuz.
Filmi kısaltmayı denediğimde ortaya çıkan buydu, son derece bayağı ve daha az karmaşık oluyor. Filmin belirli bir uzunluğu olmalı. Acele etmemeli. Söylemek istedikleriniz arttıkça ihtiyacınız olan zaman da artıyor. Filmi kısaltmaya çalışmak, tüm bir filmi ne kadar hızlı bir biçimde mahvedebileceğinizi göstermesi açısından benim için gerçekten dudak uçuklatıcı ve korkutucuydu. 20 dakikayı çıkardığınızda elinizde kalan babanın gelişi, onun bir gerizekalı olması ve kadının bir işkadını olması… Çok sade ve çok hızlı bir hale geliyor. Belirli noktaların üzerinde durabilmesi için filmin zamana ihtiyacı var.
Filmi daha kısa tutmak için bir baskı var mıydı?
Aslında yoktu. Bazen bir festivale yetiştirmek için kurgu aşamasındaki o aceleciliği bilirsiniz, ancak filmin sonuna kadar kurgulanmadığını hissetmekten hoşlanmıyorum. Sürenin uzunluğunu savunabilmek için yüzde yüz emin olmak istiyorum. “Üzgünüm, 150 dakika olmalı” demem gerekiyor ve buna neden ihtiyaç duyulduğunu anlamış olmalıyım. Kurguda yapılacaklara karar vermek çok vakit aldığı için Cannes’ın başlamasına çok kısa bir süre kala bitirebildim. Belki biraz daha hızlı olabilseydim bu kadar kısa zaman kalmış olmayacaktı. Beni gergin hissettiren post-prodüksiyon aşamasının geri kalan kısmı değil, sadece kurguydu.
Komediyi ve Andy Kaufman’ı araştırdığınızdan söz ettiniz. Filmin komedi olduğunu düşünürseniz, ki bu basit bir yanıt olmayabilir, belki de Alman komedi anlayışını bize açıklayabilirsiniz. Neden çok başarılı olmadılar ya da ülke dışında tanınmadılar? Çok Alman komedi filmi izliyor musunuz?
Bu bana pek çok defa sorulmuş bir soru…
İnsanların buna dikkat ettiğine şaşırdım.
Alman komedilerini hakkında pek bir bilgim yok. Almanya’da çok iyi komedyenlerimiz var; bu eğlence geleneğine sahip olmadığımız anlamına gelmiyor. Sanırım pek çok komedi filmi Amerikan yapımlarını taklit etmeye çalışıyor ve belki de bu nedenle güzel olmayan tuhaf bir karışım ortaya çıkıyor. Filmdeki benim kişisel mizah anlayışım, ayrıca ben Alman olduğumdan dolayı benim için sorun yok. Ancak doğrusunu söylemek gerekirse, uzun bir süredir ben de Alman komedi filmi izlemedim. Filmin komedi olduğunu düşünmüyorum. Zaman zaman güldüğünüz bir dram. İnsanların komedi filmi olarak değerlendirmesi oldukça gülünç.
Filmde özellikle de Ines’in davranışları bağlamında Alman olmak hakkında ne düşündüğünüzü de merak ediyorum. Sadece filmdeki rolü değil, aynı zamanda onun da Alman olduğu bir gerçek. Eğer farklı bir ulustan olsaydı belki de film boyunca daha farklı davranıyor olacaktı.
Özellikle iş dünyasında bir Alman kadınının kadın olduğunu biraz inkar etmesi gerekiyor. Biraz erkeksi davranıp hislerinizi belli etmemek alışılmış bir durum oluyor. Romanya’da, Almanya’ya göre kadınların üst düzey pozisyonlarda çalışma oranları daha yüksek ve makyaj yapıp topuklu ayakkabılar giyiyorlar. Güç sahibi kadınların aynı zamanda pembe renklerde de giyiniyor olmaları bana oldukça şaşırtıcı geliyor. Ancak baba bana göre son derece Alman, kendisinden önceki kuşakla güçlü çatışmalar yaşamış olan savaş sonrası kuşağın bir üyesi. Düşmanın kim olduğu son derece açıktı ve asla ve asla tekrar yaşanmayacak. Baba benim için hippie değil, değer kodları son derece orta sınıf, o bir burjuva. Şakalar yapan bu yaşlı adam her ülkede bulunabilir – 65 yaşında ve eğlenceli, neredeyse bir kuşağın ta kendisi.
Filmde yaşam koçluğu gibi bazı kendine has Alman unsurları da bulunuyor; başka kültürlerde yaşam koçluğu var mı bilmiyorum. İnsanların profesyonel olmaları gereken durumlarda nasıl davranacaklarına dair profesyonel öneriler almaları bana son derece Almanlara özgü gibi görünüyor.
Bu Almanya resmine uymuyor, diğer ülkelerde iş dünyasında daha fazla sayıda kadın çalışıyor. Bizim kadın bir başbakanımız olduğu halde başarılı olmak için erkeksi olmak zorunda.
Bunun, çalışma arkadaşı Tim ile otel odasında yaşadığı oldukça rahatsız edici seks sahnesiyle de ilişkisi var mı?
Benim için bu sahne aslında bir mizah savaşı. Tim: “Haha, bunun hakkında konuşacağız, bundan dolayı seninle sevişiyorum” diyor ve Ines: “Hayır, onu kaybetmek istemiyorum” diyor ve ardından Tim: “Hadi, bu kadar şakadan anlamıyor olma” diyor. Aralarında geçen yanlış anlama ama aynı zamanda bir çeşit çekişme. Tim: “Haha, bunu eğlenceli mi buluyorsun” diyor ve bu sahnede benim ilgimi çeken bu. Ines biraz Toni ya da ona benzer biri olmaya çalışıyor. Artık havasında değil ve Tim’in havasında olması onun sorunu değil. Evet, pötifur meselesi var ama ona sorduğunda sadece hayır diyebilirdi. Bazıları onun dominant olduğunu düşünebilir ama hayır, sadece eğlenceli olmaya çalışıyor.
Yani bu sizin için güç meselesi değil, sadece o anda verdiği bir tepki?
Her zaman bir güç meselesi ancak benim için daha çok bir şeyleri reddetmesi. Sahne üzerine çok uzun süre çalıştık ve sanırım en iyi versiyon her zaman Tim’in sonunda pötifura yaptığına şaşırıp kaldığı versiyondu. İnsanlar gülüyor ve sanırım en doğru tepki de bu. Tim karakteri halini anlamaya ihtiyaç duyduğumuz biri olmadığı için, bu sorun değil. O Anca değil, anlarsınız ya!
Filmi feminist bir film olarak değerlendiriyor musunuz?
Benim amacım o değildi ama insanlar böyle söylüyorlarsa sorun değil. Ben de bir kadın olduğum için belki film öyle de okunabilir ama ben: “Hadi bir devrim başlatalım” demiyorum. Ancak babasının ondan istediği ve onun reddettiği aynı zamanda bir kadın-erkek meselesi. Baba asla oğluna gidip: “Mutlu musun?” diye sormazdı. Bu nedenle baba değerleriyle doğru tarafta değil – muhafazakar oluyor. Evet, bir yanda insan olmak ve olmamak, ki erkeğe ya da kadına uyarlanabilir, ancak diğer yandan Ines son derece öfkeleniyor çünkü ondan bu talep ediliyor. Benim için önemli olan sonunda işine devam ediyor olması. Bu olaydan sonra, daha önce olmak istediğinden daha üst düzey bir yere yükselmesi asla yoktu. Zaman zaman daha açık olabileceğini söylemeye çalışmaktan biraz korkuyordum ancak sonunda doğru işi tercih ettiğini düşünüyorum. Sadece yaşamına başka şeyleri de dahil etmeyi deneyebilir.
Bazı eleştirmenlerin filmin finali hakkında şüpheleri oldu, sizin bu konuda ne söyleyeceğinizi merak ediyorum. Filmi daha neşeli hale getirecek şekilde mesela ikisinin parkta sarıldığı sahneyle bitirmeyi hiç düşündünüz mü?
Evet, yazıları oraya koyabilirdik? Bu filmi mahvederdi. Siz eleştirmenlerin tamamı şok olurdu! Bundan nefret ediyorum ama soru soruldu ve bunu tartıştık. Birbirlerine sarılıyorlar, bu çok basit ve saçma olurdu, devam etmesini istiyorsunuz. Yere düştüğünde bile… Halen: “Aa işte mesaj: Bazen birbirlerine sarılırlar ve her şey iyi olur.” Bu çok çok yanlış olurdu. İkisinin gerçek yaşamda karşılaşması gerekiyordu. O noktadan sonra insanların; “Belki biraz daha kısa olabilirdi” diye düşündüğünü biliyorum ancak final sahneleri için o ritmi korumam gerektiğini hissettim.
Cenaze töreninde yeniden karşılaşmalarının olgusal gerçekliğin görülmesi için oldukça gerekli olduğunu düşünüyorum – ve sahneyi çok farklı biçimlerde okuyabiliriz de- ki böylece muğlak bir son oldu. Aynı zamanda, arkadaşlarla ya da özellikle akrabalarla olan ilişkilerle başa çıkmayla ilgili dönüm noktası olduğunu düşündüğünüz anlarınız var. Ancak bir sonrakinde yabancı olmayan, müzmin davranışlara dönüyorsunuz. Filmin varolmak için drama ihtiyacı var ancak benim filmden çıkardığım ve aynı zamanda mekanlar ve sahne hazırlığı için tartıştıklarımız sonunda kesinlikle aynı hale geliyor. Belki birazcık farklı olabilirdi ama bu şiddetli bir farklılık olmazdı.
Evet, istediğim buydu. Çok çok küçük bir şeyi değiştirebilmek için fazlaca çaba sarf ediyorlar, beni etkileyen de bu. Böyle olması bir yönüyle de eğlenceli. Ancak filmin sonunun açık olmasını istedim, daha fazla bunun hakkında düşünmek istemedim. Film biterken benim de düşüncelerim sona eriyor ve gerisi izleyiciye kalıyor. Sanırım her şey olabilir ama Bükreş’te yaşananları küçük bir sır olarak paylaşmaları güzel.
Çeviren: Erdem Korkmaz
beatontheroad@gmail.com