2011’de çektiği Kill List ile farklı bir gerilime imza atan Ben Wheatley, arayı fazla uzatmadan bu kez farklı bir kara komediyle geri döndü. Orta yaşa merdiven dayamış sevgililer Chris ve Tina’nın Crich Tramvay Müzesi, Ribblehead Viyadükü, The Blue John Mağarası, Keswick Kalem Müzesi gibi yerleri kapsayan turistik gezisi sırasında yaşadıkları tuhaflıkları anlatan film, ikilinin önlerine çıkan bazı insanları kendi değer yargılarına uymadıklarından ötürü ortadan kaldırmaya yönelik güdüleri yüzünden ilginç bir seri katil / yol hüviyeti de taşıyor. Tüm garip, gizemli, sinir bozucu, bunalımlı ve acımasız özelliklerine rağmen, Chris ve Tina’nın kendi çapındaki tutkulu ilişkilerini pekiştirmesi beklenen karavanlı turistik gezi ambiyansından dolayı sevimli bir film aynı zamanda. Ama bu tip gösterişsiz küçük filmler, kendi bünyelerinde kendi zirvelerini de barındırıyorlar.
Filmde Chris’e nazaran daha sempatik sayılabilecek Tina’nın kadınsı ve çocuksu hezeyanlarının arasında kalmış görüntüsü öne çıkıyor. Chris’in takıntılı ve abartısız gözükaralığıyla dengelenmeye çalışılan bu ilişki, Tina’nın Chris’in bu özelliklerine kapılıp ona ayak uydurmak istemesiyle kontrolsüzlüğe doğru direksiyon sallamaya başlıyor. Zira her ne kadar tam olarak anlayamasak da Chris’in kendi içinde bir kontrolü var. Her önüne geleni öldürmek gibi bir niyeti yok. İşte Sightseers, ikilinin gezisi boyunca yaşadıkları normalliklerin bu kontrol / kontrolsüzlük çatışmasıyla harmanlanışını seyri zevkli bir hale getiriyor. Zaten filmin jeneriğinde çalan Marc Almond şarkısı Tainted Love’dan itibaren nasıl bir filmle karşılaşacağımıza az çok hazırlık yapabiliyoruz. Tabii Chris ve Tina’nın aşkı, seksi, kıskançlığı ve kaprisleri de ihmal etmeyen bu arızalar çatışmasının bedelini, karşılarına çıkan talihsiz tipler ödüyor.
Senaryosunu filmde Tina ve Chris’i canlandıran Alice Lowe ve Steve Oram’ın yazdığı Sightseers, bu durumun avantajlarını çok iyi kullanan bir film. İkilinin kendi yazdıkları replikleri kullanışlarındaki rahatlık ve İngiliz soğukluğu sınırlarında ekrana yansıttıkları samimiyet, başlarda biraz garip gelse de onları birer sevgili olarak kanıksamamızı sağlıyor. İkilinin tecrübesi bu rolleri seyirciye sessiz sakin kabul ettiriyor. Zaten onları benim gibi ilk kez bu filmde tanıyan seyirci için kalabalıkta sıradan iki turistten bir farkları olmadıkları görülebilir. Bir bağımsıza göre teknik olarak bu gösterişsiz kimliğinin hakkını verse de, özellikle Chris’in Ian cinayeti sırasındaki ve Frankie Goes To Hollywood’un The Power Of Love şarkılı nefis final bölümündeki kurgular zirveye oynayan estetik bölümler olarak karşımıza çıkıyor.
Çeşitli bağımsız film festivallerinde senaryo ağırlıklı ödüller kazanan Sightseers, sıra dışı ve şarkıda da söylenildiği gibi arızalı bir aşkın rotasını, İngiltere’nin lokal turistik bölgelerinde belirliyor. Cinayetlerin Chris – Tina aşkına ve onların ilişkilerine yön verme amaçlı gezintilerine katkısı kah zahmetsiz, kah da zorlama ile açıklanabilir. Sürpriz sayılabilecek psikolojik ağırlığı olan bir final yaparak ardında bıraktığı sorulara da aynı zahmetsizlik ve zorlamalarla cevaplar sunabilir. Ama en iyisi kendini filmin nostaljik ve çağdaş öğeler içeren kara komedi akıntısına bırakmak. The Power Of Love yanında, ikişer farklı yorumla Tainted Love ve Season Of The Witch şarkılarının renklendirdiği Sightseers, 2012’nin sürpriz işlerinden biri. Baş yapımcıları arasında Edgar Wright’ı da görmek şaşırtmıyor.
Osman Danacı
odanac@gmail.com