2013’te çektiği Whiplash ile adını cümle aleme duyuran Damien Chazelle’in bir sonraki filmi La La Land, daha yapım aşamasındayken bile hakkından söz ettirerek ödül kulislerinin gözbebeği bir film haline gelmişti. Beklentileri tavan yapan bağımsız ruha sahip Whiplash severler ile, müzikal tutkunu sinema severler aynı anda onun yolunu gözler oldu. Ryan Gosling ve Emma Stone gibi dönemin popüler iki oyuncusuyla vücut bulacak bir Chazelle müzikaline kayıtsız kalmak zor. Film hakkında övgü dolu kritikler de çıkmaya başlayınca başta tüm dünyanın bildiği Oscar olmak üzere sayısız organizasyon filme ödül vermek için sıraya girdi. Şimdi böyle bir kamuoyu ve basın desteğini arkasına alan filmin önünde kimsenin duramadığı bir gerçek. Fakat bir gerçek daha var ki, o da böyle bir cendereye sokulan seyirci çoğunluğunun, ilgili filmin kusurlarını göremeyişleri, objektif olamayıp sırf çok sevdiği oyuncular, parlak sahneler, kanıksanmış aşk hikayeleri var diye o filme başyapıt muamelesi göstermeleri. Oysa La La Land, 80’ler popüler sinemasını kasıp kavuran Dirty Dancing’den hallice, eskiye özenen (bunda yanlış birşey yok ama bunu yeni gibi sunarken sadece göz boyamaya oynayan), hele de içerdiği sözde aşk hikayesi son derece bayat ve özensiz bir film.
La La Land, birgün kendi kulübünü açma hayali kuran caz piyanisti Sebastian ile oyunculuk seçmelerine kendini adamış Mia’nın tesadüflere dayalı tanışma ve aşka doğru yelken açma hikayesi. Filmin bütün görsel ve işitsel şaşasından bu hikayeyi çıkarıp çırılçıplak soyduğumuzda ortada o kadar yavan bir film kalıyor ki, bu da aslında Chazelle’in amaçladığı şeyi ortaya koyuyor: Hikayeyi fazla umursamayan, oyuncuları birer aygıt gibi kullanan yanar döner bir müzikal çekmek. Bunu başardığı su götürmez. Ama en sevdiği müzikaller Singin’ In The Rain (1952), The King and I (1956), West Side Story (1961), Grease (1978), Hair (1973), The Blues Brothers (1980) gibi filmlerden oluşan benim gibi bazı izleyicilerin sofradan doymadan kalkması normal karşılanmalı. Yapılan tüm o başyapıt muamelesine, en önemlisi de bunun bir Damien Chazelle filmi olmasına istinaden La La Land’i beğenmeye şartlanmıştım. Ama bu gözler zamanında yukarıda saydığım filmleri olgunlaşma döneminde görmüş (bazılarını iki kere görmüş) olmasalar, muhtemelen La La Land’i de sevecektim. Oysa şimdi tek kelimeyle “ısmarlama” bir film olduğunu düşünüyorum. La La Land’i bu filmler ışığında değerlendirmeden yorumlayamayacağımı fark ettim. Bu yüzden tarafsız bir yorum olmayacak.
Damien Chazelle, beklenmedik şekilde bu klasiklerin bazılarına gönderme, saygı, esinlenme diye adlandırabileceğimiz dokunuşlarda bulunuyor. Bunu müzikal çeken çoğu yönetmen yapmıştır. İşin beklenmedik kısmı, Whiplash gibi eski ve yeniyi müzik tabanlı bir psikolojik gerilim ile olağanüstü biçimde harmanlayabilen, vizyon sahibi bu tavrı özgürce tekinsiz, sert ve tahmin edilemez kılan Chazelle’in bu denli “piyasa” bir yapımla geri dönüşü. Bana göre bu geri dönüşü geri gidiş haline sokan şeyleri saymak istiyorum. Bu filmde aklımda kalan, yıllar sonrasına iz bırakabilecek tek bir dans sahnesi, dile dolanan tek bir şarkı yok. Koreografi açısından da estetik gelmediği gibi, bazı figürlerin Emma Stone’da durduğu gibi Ryan Gosling’de durmadığını düşünüyorum. Geriye neler bırakacağını zaman gösterecek. Ödülleri, adaylıkları baz almaya kalkarsak geçmişe baktığımızda zaten ortada büyük haksızlıklar olduğunu söyleriz. Ama onları baz almayıp soyut ve öznel bir kalite çıtası kurduğumuz vakit La La Land’i bir başyapıt olarak ya da tam tersi, iki parlak oyuncusundan ve görsel estetiklerden nemalanan sığ bir yapım olarak da görebiliriz. Ben ikincisini gördüm. Bunun sorumlusu da Whiplash değil, La La Land’in kendisi.
Kişisel kariyerleri ile birbirlerine olan sevgilerinin arasında kalan karakterlere yabancı değiliz. Sebastian ve Mia arasındaki kimya, romantik bir müzikal için yeterli olsa da, ikilinin arasında yaratılan suni anlaşmazlıklar, kariyer basamaklarını çıkma süreçlerinin hızlı gelişimi, “dört yıl sonra”ya sıçrayış, kendine alternatif bir son hazırlamış olan klip şeklindeki final, tatmin olmamı güçleştiren diğer unsurlar oldu. Bu yüzden Sebastian’a grup arkadaşının “Kenny Clarke ve Thelonious Monk’a kafayı takmışsın. Bu adamlar devrimciydi. Bu kadar gelenekçilikle nasıl devrimci olacaksın” cümlesi filmin boynuna pankart misali asılmışçasına büyük duruyor. Chazelle’in caz tutkusu Whiplash’te kendini kanıtlamıştı. Burada Sebastian’ın caz ile piyasaya tutunamayıp popüler müzikle cebini doldurduktan sonra tekrar caza dönmesinin gerçekliği kabul edilebilir. Aynı şekilde Mia’nın seçmeler sonunda nihayet güzel bir rol bulup para ve şöhreti elde etmesi de öyle. Ama bu sürecin perdeye yansımasındaki kah acelecilik, kah sindirilemezlik, kah samimiyetsizlik, filmi sadece görkemli mekanlarda dans edip şarkı söyleyen iki güzel insan düzeyine indiriyor. Müzikal filmler eskisi kadar yaygın olmadığı için “La La Land’in esinlendiği filmler” diye uzun listeler yapılıyor. Halbuki bu türün esinlenmeye değil, hem hikaye hem de müzikal özgünlük yönünden daha yaratıcı içeriklere ihtiyacı var.
Bir müzikali önerirken, müzikal sevenlere ve sevmeyenlere ayrı cümleler kurarız. Sevmiyorsa zaten izlemez, izlese de zor beğenir. Benim beğenmeme nedenlerimden biri de geçmişte saydığım klasiklerin vermiş olduğu doygunluk. Bu durum, yeni bir filmi eleştirirken sağlıklı durmayabilir. Müzikaller uzun zamandır Broadway dışına çıkmayıp, beyaz perdede nadiren boy veren bir tür haline geldi. Ayda yılda bir çıkan filmler de bağırlara basıldı. Dansa pek yüz vermeyen Sweeney Todd: The Demon Barber Of Fleet Street (2007) ve Les Misérables (2012) müzikallerini saymazsak bana göre La La Land’in en yakın rakibi olan Chicago 2002 yılına aitti. Bu yüzden popülaritesi yüksek isimlerle ve cicili bicili prodüksyonla kotarılan bir müzikalin fazla sorgulanmadan her türlü gideri olacaktır. Bu yokluk ortamından nemalanmasını iyi bilen Chazelle de tıpkı Sebastian gibi popüler olana yönelmiş. Farklı olarak, La La Land eğer onun ilk filmi olsaydı, Whiplash’a ulaşmak için isim yaptığını düşünebilirdim. Oysa tersi olunca, kendi ülkesinde harika filmler çektikten sonra Hollywood’da gerçek kimliğinden uzaklaşan Avrupalı ya da Uzakdoğulu yönetmenleri anımsatıyor. Bu iki filmin aynı kişiye ait olması beni şaşırtsa da, farklı türler peşindeki yönetmenlere saygı duyarım. Ama bu durum Oscar’a yaranma arzusu her yanından fışkıran La La Land’in gereğinden fazla abartıldığı düşüncemi değiştirmiyor.
Trafikteki açılış sahnesi, alternatif son ile seyirciye alternatif bir son hayali kurma fırsatı vermeyen kapanış sahnesi, danslar, müzikler, kıyafetler, parlak renkler, partiler, şiirsel fotoğraflar arasında bir “film” görememiş olmak tamamen benim düşüncem. Whiplash’i yazan kişiyle La La Land’i yazanın aynı olmasındaki ikilemi üçüncü film çözecek. Oyunculuk olarak bahsedilecek tek isim olan Emma Stone’u bile, daha kısa rolüne rağmen Birdman’de daha çok beğenmiştim. Chazelle, caz söz konusu olduğunda belki de geleneksellik ile devrim yapılamayacağı fikrini kabul ediyor. Ama modern bir müzikal ile, zamanında devrim yapmış müzikallere karşı yeni bir devrimin hala mümkün olabileceğini mi kanıtlamak istiyor (bu çok abes olurdu), yoksa sadece onlara saygılarını mı sunuyor (bu da çok sığ dururdu) kafa karıştırıcı bir durum. Aslında Oscar lobicilerinin ve akademi üyelerinin gazladığı filmleri, domino taşları misali beğenmeye, giderek abartmaya, hatta o filmin sponsoru gibi çalışmaya başlayan eleştirmen ve sosyal medya fenomenleri sayesinde hiç de kafa karıştırıcı sayılmaz.
Osman Danacı
odanac@gmail.com