“İstanbul bir sürtüktür, kimseyi geri çevirmez.”
Hayatın yaşamsal mekanları olarak içinde bulunmak istediğimiz sürekli göç almış şehirlerden; İstanbul. Kimine göre sürtük, kimine göre iyi, kimine göre kırmızı İstanbul. Ferzan Özpetek’in aynı ismi taşıyan İstanbul Kırmızısı romanı Gezi’yi temeline oturtmuş bir kurguya sahipken, filmi bu temelde gitmediği için biraz farklı ve anlaşılması güç olarak işlenmiş.
Türkiye-İtalya ortak yapımı filmin oyuncu kadrosunun çoğu aralarında dev isimlerin de olduğu Türk oyunculardan kurulu. Film de Türk Sineması’nın dev isimleriyle beklentimizi zirveye çıkartıyor. Filmi bitirince beklentimizi karşılamadığını düşünen çok büyük bir kitle var. Bir şeyi unutmadan düşünmek gerekir, Türk Sineması alışkanlığını daha çok olay sineması üzerinden kazanmıştır. İstanbul Kırmızısı ise durum sinemasının içinde küçük olay sineması.
Ana metnin ilerlemeyen, sakinliğine aldanan izleyen, alt metinlerin bazen abartılı bazen tam yerinde işlenmiş olmasını fark ederse kurgunun oyuncuların değil halkın başrol koltuğunda oturduğunu görebilecek. Karakterlerin hepsini kurguya yediremese de karakterlerin iç dünyasıyla aynı zamanda azar azar halkın gerçeklikleriyle izleyene gösteriyor İstanbul’un Kırmızı’sını. Ana karakterlerin eğlencenin dibine vurduğu ilk gece partisinde kadraj daireden İstanbul’a çevrildiğinde arka fonları duyan, hisseden tüm izleyen bunu çok rahat fark etmekte.
Deniz (Nejat İşler) karakteri içine bunca zaman kapanarak dışarıya vurduklarını gerçekçi yaşayamamış, içinde fırtınalar kopan bir karakter. Orhan, Deniz’in yeni kitabı ve filmi için İstanbul’a geri gelen, içinde acılarıyla yaşayan Deniz’in Londra’daki yakın arkadaşı. Neval (Tuba Büyüküstün) gerçekleriyle hayatı yaşayan kontrol mekanizmasını yaşamına yüklemiş Deniz’in kitabındaki başkarakter olarak anlatılan Deniz’in arkadaşı. Yusuf ise, iç dünyasının girdabında boğulurken kimseye bulaşmayan, yalnızlığına Deniz’i ortak eden aynı zamanda kitabın diğer başkarakteri…
“Kötü alışkanlıkları olmayan insanlara güvenmem.”
İstanbul Kırmızısı ana kurgu için karakterlerin duygu yansımalarını çözümleyip bir sonuca vardırmasını istiyor. Film boyunca hepimiz nerde bu kırmızısı İstanbul’un diye ararken nesnelerle gördüğümüzü zannediyor ama bilmiyoruz ki aslında kırmızı zorun, acının, hüznün rengi bu filmde. Deniz’in annesinin ojeleri, Neval’in Orhan’ı evine çağırdığında giydiği kırmızı elbiseden daha çok ölümle eşleşmiş kanın rengi gibi kırmızı. Ağladığında gözlerinde kalan kızarıklığın hüznün rengi gibi bir kırmızı; bu İstanbul’un kırmızısı…
Her ne kadar filmde bir kurgu içinde bağlantı arasak da filmin temeli İstanbul’un kalitesini, zenginliğini yaşarken arka fondaki zorluğun, acıların kırmızısı. Sürekli ambulans sesleri, sürekli kazı çalışmaları, sürekli bir protesto… Yönetmen diyor ki İstanbul senin görmek istediğin kadar kırmızı. Belki de Avrupa yakasından Anadolu yakasına geçmek için atladığı Orhan’ın karşı kıyıya geçerken gördüğümüz o kırmızı ekranla bir şeyleri dürtüklememizi istemiştir, Doğu-Batı misali…
Sonuç olarak kurgusunun derinliğini gördüğünüz bu eleştirel boyutu yakalarsanız göreceksiniz ki İstanbul’un bir kırmızısı var. Bu kırmızı gözlerdeki yeşilin keyiflisi gibi değil; acının, zorluğun kırmızısı. Ferzan Özpetek’e her ne kadar abartılı birkaç oyunculuk ve zorlama sahnelerin olduğu birkaç sahnesine rağmen, bu ülkeye kazandırdığı altmetin eleştirileriyle bu filmi için herkesin aksine ben tüm ekibe teşekkür etmek istiyorum. Biraz toz biraz duman filmden alıntı bir cümleyle sizleri Gaye Su Akyol’u dinlemeye bırakıyorum.
“Çocuklukta bir şey yaşıyorsunuz, ruhunuzda bir çatlak oluşuyor;
ve artık dünyayı o çatlağın aralığından seyrediyorsunuz.”
Barış Parlatangiller
barisparlatangiller@gmail.com
[embedyt] https://www.youtube.com/watch?v=BJqMaGd0vlM[/embedyt]