Büyük sanatçılarla ilgili yapılan belgesellerin en büyük handikaplarından biri, sanatçıların eserlerine fazlasıyla yoğunlaşarak sanatçının yaşamını ve üretim sürecini geri planda bırakmaktır. Çoğu zaman eserleri, sanatçının fazlasıyla önüne geçer ve onu yaratan yaratıcının yaşamına belgeseli çeken yönetmen gibi seyirci de nüfuz edemez. Bunun nedeni açık biçimde, belgeseli çeken yönetmeni öncelikle etkileyenin sanatçının hayat hikâyesinin değil, eserlerin bizatihi kendisi olmasıdır.
David Lynch: Yaşam Sanatı belgeseli ise, postmodern anlatının en önemli temsilcilerinden Lynch’in resimlerini ve filmlerini ikinci plana alarak, öncelikle sanatçının kendisiyle ilgilenir. Lynch’in Amerika’nın kırsalında kalan tipik bir pastoral kasabada başlayan hayat hikâyesini Lynch’in dış sesi eşliğinde fotoğraflar, resimler, zaman zaman canlandırmalar zaman zaman da yönetmenin filmlerinden parçalarla sunar. Biçimsel olarak ise siyah-beyaz tonlarda ilerleyen ve Lynch’in sinemasındaki tekinsiz atmosferi kullanan bir yapıda, filmleri gibi yönetmenin hayatını da aynı tekinsizlik halesi içerisinde aktarmaya özen gösterir. Belgeseli esas sürükleyen şey ise, kuşkusuz Lynch’in hikâye anlatma konusundaki becerisidir. Bir biyografi yazarının elinde kolayca sıradanlaşabilecek bir hayat hikâyesi yönetmenin etkileyici anlatımı ve gözlem kabiliyeti sayesinde seyirciyi de içine çekmeyi başarır.
Lynch’in hayatındaki kırılma anlarının arkasındaki olaylar, tanıklıklar ve kimi zaman tesadüfler filmleriyle paralel bir şekilde düşündüğümüzde hiç de şaşırtıcı değildir. Arkadaşının babasının ressam olduğunu öğrenmesiyle ressamlığın bir meslek olarak da yapılabileceğini fark etmesi ve ressam olmaya karar vermesi, stüdyo kiralaması, Avrupa’ya seyahati ve sonrasında burs kazanarak sinema alanında çalışmalar yapması bir insanın hayatının önemli dönüm noktalarıdır. Ancak hepsinin Lynch’in sinemasında da birer karşılığı vardır. İlk filmi Eraserhead’teki çocuk sahibi olmaktan, evlilikten ve içinde bulunduğu endüstriyel şehirden korkarak çıldıran karakter bizatihi kendisidir aslında. Blue Velvet’te dışarıdan bakıldığında Amerikan banliyö hayatının tozpembeliğinin altında yatan bastırılmış ve karanlık taraf tam da kendisiyle çevresi arasındaki farklılığın özeti gibidir. Mullholland Drive ve Inland Empire’da Hollywood’un ışıltı yaşamının altında yok olup giden karakterlerin yıkılmışlığı Lynch’in gözlemlerinden ve deneyimlerinden beslenir. The Straight Story’deki doğaya ve kırsal alana dönüş ise, Virginia ve Philadelphia gibi şehirlerden kaçış, yeniden çocukluğunun mutluluk yuvasına dönüş çabasıdır.
Belgeselin en başarılı olduğu noktalardan biri, birey olarak David Lynch’in güçlü bir portresini çizmesidir. Belgesel, çağımızın kült bir figürünü ele alarak onun yalnızlığını, melankolisini ve kırılganlığını ortaya koyar. Sanatçı olarak varolabilmek için Lynch’in sürdürdüğü mücadeleyi aktarır. Yaşamın kendisini bir sanat olarak gören ve dünyaya kendi gözünden bakmanın çeşitli aşamalarda da bedelini ödemiş bir kişinin hassasiyetlerini, yakaladığı sahici ve derinlikli enstantanelerle sunar. Bu şekilde yönetmenin sinemasındaki tekinsizin aynı dışavurumcular gibi içinde yaşadığımız dünyayı farklı bir gözle yorumlamasından kaynaklandığını daha iyi gözlemleriz.
Çocukluğundan başlayarak ilk uzun metrajlı filmi Eraserhead’in çekim sürecine kadarki dönemi merkezine alan David Lynch: Yaşam Sanatı, bizlere “ünlü yönetmen David Lynch’in” hayatını özetlemekle yetinmez; sanatçının yaşamla arasındaki özel ilişkiye de temas etmeyi başarır. Bu açıdan belgeselin, yönetmenin sinemasını yorumlamak isteyenler için bir başlangıç noktası teşkil ettiğini söylemek yanlış olmaz.
Barış Saydam
Bar_saydam@hotmail.com
[…] Barış Saydam: Çocukluğundan başlayarak ilk uzun metrajlı filmi Eraserhead’in çekim sürecine kadarki dönemi merkezine alan David Lynch: Yaşam Sanatı, bizlere “ünlü yönetmen David Lynch’in” hayatını özetlemekle yetinmez; sanatçının yaşamla arasındaki özel ilişkiye de temas etmeyi başarır. Bu açıdan belgeselin, yönetmenin sinemasını yorumlamak isteyenler için bir başlangıç noktası teşkil ettiğini söylemek yanlış olmaz. Devamını Oku […]