Geçtiğimiz senelerde İstanbul Film Festivali’ne de konuk olan yönetmenle İstanbul’da bir master class yapılmış ve Davies’in sevdiği filmlerden sekanslar gösterilmişti. Yönetmen sekansları analiz ederek, seçtiği sekansların kendi sinemasıyla ilişkisini anlatmıştı. John Ford’un Çöl Aslanı (The Searchers, 1956) filminin açılış sekansındaki kadının, eşinin kardeşine karşı hissettiği duyguları ifade ettiği bakışlar, mimikler ve kadının beden dili Davies’in de en sevdiği klasiklerden biri olan bu unutulmaz yapıtta takılıp kaldığı noktaydı. Yönetmenin 1950’lilerin Liverpool’unda geçen filmi Uzak Sesler Durgun Yaşamlar (Distant Voices Stil Lives, 1988)’ı düşündüğümde, doğrusu Ford’un western türünün en iyi filmlerinden biri olan klasiğindeki sekansın yalın ama yoğun atmosferi daha da belirginleşti. İngiltere’nin en travmatik zamanlarından olan 40’lı ve 50’li yılları arka plan olarak kullanan yönetmen, filmde Eileen ve Dave’in evliliği üzerinden ülkesinin tarihine, işçi sınıfının hayata tutunma çabasına ve amiyane tabirle “küçük insanların” hayatlarına kamerasını uzatıyordu. Fakat bu filmi özel yapan şey, Davies’in kamerasıyla anlatısı arasındaki farklılıktı. Hikâye anlatılırken, bir yerden sonra Davies hikâye anlatımının çizgisel seyrinden koparak, karakterlerin iç dünyalarına yoğunlaşıyor ve anlar beyazperdeye taşınıyordu. Çocukken kutlanılan bir Noel, Eileen’in çalışmak için evinden ayrıldığı an, babasının kendisine güle güle diyemeyişi ya da savaş zamanı tüm ailenin sığınağa koşuşturduğu dehşet verici sahneler… Davies karakterlerin yaşadığı özel anların altını çizerek, hikâyesini kağıt üzerinde kalan bir senaryodan çok öteye taşımayı başarıyordu. Aynı şey en otobiyografik filmim dediği The Long Day Closes (1992) ya da Edith Wharton’ın kitabından yapılabilecek en kusursuz uyarlama olan Keyif Evi (The House of Mirth, 2000) için de geçerli.
Konuşurken her söylediği sözü büyük bir tutkuyla söyleyen Davies’in sinemasıyla karakterleri arasındaki paralelliği düşününce, Çöl Aslanı’nın giriş sekansı da Bergman’ın Çığlıklar ve Fısıltılar (Cries and Whispers, 1972) filminden ya da Visconti’nin Venedik’te Ölüm (Death in Venice, 1971) isimli eserindeki unutulmaz mizansen de birbirini tamamlıyor. Davies’in seçtiği bütün film parçaları aslında karakterlerin yaşadıkları özgül bir ânı ifşa ediyor ve filmlerin genel yapısının ötesinde, filmden dışarıya taşan parçacıklar gibi duruyor. Bir kurmacanın veremeyeceği bir etkiyi veriyor bu anlar; metafizik, mistik ve ancak duyularla anlaşılabilecek bir alana kapı aralıyorlar. Davies’in de peşinde olduğu sinema, böyle bir sinema… Klasik bir hikâye anlatmaktansa, karakterlerinin âşık oldukları ânı, ayrılık vaktinin iç dünyada yarattığı çatlağı, babanın kızına söylemediği iki çift sözü ya da 2. Dünya Savaşı’nda pilot olan ve hayatı saniyeler arasında gidip gelen bir adamın hayatının pamuk ipliğine bağlı olduğunu kavradığı dakikayı aktarmayı önemsiyor Davies. Bu yüzden de, tutku ve mizah olmadan sinema yapılamaz, gözden kaçan noktaları yakalayanlar ancak sinemacı olabilir diyor ve ekliyor: Senaryo sadece yapmak istedikleriniz için bir ipucu olmalı, bir taslak olmalı; entelektüel metinler yazabilirsiniz ama öncelikle hissetmelisiniz.
Çocukluğunda babasından gördüğü şiddetten, annesiyle arasındaki özel ilişkiden ya da büyüdüğü kentle bağından bahsederken, Zaman ve Şehre Dair (Of Time and the City, 2008) belgeselini düşünmemek elde değil. 2. Dünya Savaşı sonrası İngiltere’de değişen toplumsal hayat üzerine yapılmış bir fars niteliği taşıyan belgeselde, Davies bir yandan da kendi hayat hikâyesini anlatıyordu. Savaş sonrasının yıkıntılarından, görece sınırlı sosyal yaşantısından, işçi sınıfının yoğun olarak yaşadığı banliyö mahallelerinden ve katı Katolik din öğretisinden beslenen belgesel, İngiltere’nin yaşadığı bütün değişimi alaycı bir bakış açısıyla gözler önüne serdiği gibi bir yanıyla da İngiltere’nin resmi ve gayri resmi tarihini de bir bütün olarak sunuyordu. Muhafazakâr Parti’nin iktidarı sonrası ekonominin kötüye gidişi, işçi sınıfının artan sefaleti, II. Elizabeth’in görkemli tahta çıkış seremonisi, İşçi Partisi’nin ekonomik düşüşü bir türlü engelleyemeyişi ve sönen hayallerin ardında Davies, bir ülkenin, bir şehrin ve bir hayatın panoramasını aktarıyordu. Ülkeyi etkileyen olayların arkasına gizlenen bireysel yıkımlara, duygulara ve yok olup giden masumiyete bir ağıt yakıyordu.
Davies’in bütün filmografisinin özeti niteliğini taşıyan bu yapım, aynı zamanda neredeyse her şey için bir kuyruğa girilen, haftada bir kez dışarı çıkılıp topluca eğlenilen, radyoda futbol maçlarının sonuçlarına kulak kabartılan, sinemanın ölümsüz kahramanlarına âşık olunan ve yapılan her eylemden sonra bilinçaltının histerik bir şekilde hatırlattığı günah korkusunun yaşandığı geçmişin siyah beyaz günlerine yapılan bir güzellemeydi. Bu alışkanlıkların yerlerini günümüzde, bir koşuşturmanın yaşandığı, fakirliğin ve lüksün arttığı, çarpık yapılaşmanın her yanı sardığı, renkli görüntülerine karşın sıradan insanların yaşadığı kentlerin aldığını düşündüğümüzde, Terence Davies’in anların peşinden giden, akıldan çok duyguya hitap eden, geçmişe götüren ama geçmişe hapsetmeyen sineması daha da değer kazanıyor. Bill Douglas, Derek Jarman, Sally Potter ve Peter Greenaway gibi yetenekli bir jenerasyonun temsilcilerinden olan Davies, sinemaya bir tutkuyla bağlı olan bir kuşağın da yaşayan az sayıdaki temsilcisinden biri. Hâlâ filmleri için bütçe toparlamakta zorlanan, sinema yapmak için uzun aralıklar bırakmaya mecbur kalan bu nevi şahsına münhasır sinemacıyı tanımak için Davies’in retrospektifi önemli bir fırsat.
Barış Saydam
bar_saydam@hotmail.com