Ana sayfa 2010'lar 2016 The Age of Shadows

The Age of Shadows

1523
0

1920’lerde Japon işgali altında bulunan Seul’de bu işgale karşı en sert tepkiyi veren direnişçi örgüt Heroic Corps, Seul’deki kritik Japon noktalarına saldırı düzenlemek üzere Şangay’dan patlayıcı getirmeyi planlamaktadır. Bu eylemleri durdurmak için Japon ajanlar da alarmdadır. İstihbaratın başındaki Higashi, örgüt mensuplarını ele geçirmek için, geçmişteki başarılarına güvendiği Lee Jeong-chool’u ekibin başına getirmiştir. Onunla birlikte çalışması için genç ajan Hashimoto’ya da aynı yetkileri verir. Kore doğumlu olan, aynı zamanda eskiden bağımsızlık hareketlerinde de bulunduğu için örgütü iyi tanıyan Jeong-chool, kendisinin başında olduğu bir operasyonda eski bir dostunun ölümüne sebep olunca bu konumunu sorgulamaya başlar. Şangay işini organize eden örgütün güçlü ismi Kim Woo-jin ile temas kuran Jeong-chool bağlılık konusunda pek de güven veren biri değildir. Bu yüzden hem Kim Woo-jin’in, hem de Hashimoto’nun gözü onun üzerindedir.

A Tale Of Two Sisters, A Bittersweet Life, The Good, The Bad & The Weird, I Saw The Devil gibi bazı Güney Kore sineması klasiklerinin yönetmiş olan Kim Jee-woon, 2013’te sadece yönetmenliğini yaptığı The Last Stand ile Amerikan boyunduruğu altına gireceğini düşündürüp endişelendirse de, The Age Of Shadows aracılığıyla ülkesine güçlü bir geri dönüş gerçekleştiriyor. Savaş dramı, psikolojik gerilim, aksiyon türlerini biraraya getiren, bunları casus filmlerinin olmazsa olmazı entrikalar zincirine başarıyla ekleyen senaristler Park Jong-dae-I ve Lee Ji-min ikilisinin henüz ilk senaryoları olduğu pek anlaşılmıyor. Bazı klişe olay örgülerinin dayattığı sebep sonuç müdahalelerine rağmen özellikle casus filmleri nostaljisini Güney Kore sineması normlarında görmek gayet keyifli. Dümende Kim Jee-woon gibi bir kaptan olunca tempo kaybetmeden ve dörtnala koşmadan meramını anlatabilen sıkı bir dönem filminin keyfi bu. Zaten önceki filmlerinde kedi fare oyunlarının kitabını yazan isimlerden biri olduğu için, Japon hükümeti ile Koreli isyancılar arasındaki kovalamacayı da en iyi işleyebilecek isimlerden biri o.

Karakter tasarımı olarak çok hassas bir noktada duran Lee Jeong-chool’un çift taraflı ajan olma halinden devşirilmiş ikilemlerine tam anlamıyla ikna olmak bazı seyirci profili için güç olabilir. Başlangıçta güçlü olan tarafa yakın olmayı tercih eden, rüzgarın estiği yere göre eğilen karakteriyle pek güven vermeyen Jeong-chool’un yanına genç ajan Hashimoto’nun verilmesi, bazı Japon istihbaratlarının ondan gizlenmesiyle kendini dışlanmış hissetmesi, sonrasında Kim Woo-jin ve direnişin lideri Jeong Chae-san ile yakınlaşması, onu adım adım dönüşüm sürecine sokuyor. Eskiden parçası olduğu bir şeye dönüşmesi, üstelik eskiye nazaran yetki anlamında daha güçlü ve bu defa düşmanın içinden sahip olduğu avantajlarla aidiyetini ve sadakatini sınayabilecek şartların belirleyiciliği, onun ikilemlerini daha kabul edilir bir zemine taşıyor. Japon hükümeti ve örgüt arasında yaşanan istihbarat savaşlarında kilit konumda yer alması, beraberinde casus filmlerine dair yüksek gerilimi de beraberinde getiriyor.

Başından beri bir planı olduğunu ve o plana sadık kaldığını düşündüren senarist ikilisi, bir yandan ajanlar ve örgüt üyeleri arasındaki kovalamacayı sürdürürken, bir yandan da Jeong-chool’un ikili oynarken arada sıkıştığı anlardan çok iyi yararlanıyor. Hatta çoğu zaman asıl gerilimi onun üzerine kuruyor. Daha geniş alanlarda bu takibi betimlerken, özellikle uzun süren Gyeongseong treni bölümündeki nefes kesen gerilimle dar alanda da önemli işler yapabileceğini gösteriyor. Ajan tarafının tehdit etkisini somutlaştırmak için Hashimoto gibi ihtiraslı, şüpheci, sert özellikler taşıyan müthiş bir kötü adam tasarlayarak seyircinin yakalanma korkusunu da körüklüyor. Bu tren bölümü, Jeong-chool, Woo-jin, Hashimoto üçgeni arasındaki yüksek gerilimi, müthiş bir kurguyla kaçma, kovalamaca, köstebeği bulma, ifşa olmama anları ve nihayet silahların patladığı kendine ait finaliyle filmi yükselten kilit bir öneme sahip. (Özellikle Train To Busan’dan sonra Woo-jin’i canlandıran Gang Yoo’yu yine trendeki bir can pazarında görmek ilginçti.)

Normalde bir yönetmen için filmi bitirme noktası olarak kullanılabilecek bu tren bölümünden sonra filmin daha anlatacak şeyleri olmasından ötürü, ortalığı karıştıracak, yeni gerilimler yaratacak, karakterlere kendi kahramanlık payelerini teslim edecek işkence, mahkeme, intikam süreciyle finale ulaşılıyor. Kurgusu, temposu, görkemli sanat yönetimi, müzikleri, Song Kang-ho ve Gong Yoo gibi iki önemli aktörün başı çektiği oyuncu kadrosuyla yılın en iyi Güney Kore filmlerinden biri olduğunu kanıtlıyor. Kore oyuncular birliğinin En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu seçtiği Hashimoto rolündeki Eom Tae-goo ve Kim Jee-woon’un favori oyuncusu, artık ünü dünyaya yayılmış Lee Byung-hun’un konuk oyuncu performansları da görülmeye değer. En sevindirici şeylerden biri de ülkesine böyle bir filmle dönen Kim Jee-woon’un “taş yerinde ağırdır” atasözünü doğrulaması olsa gerek.

Osman Danacı

odanac@gmail.com

 

Önceki makaleLa Tortue Rouge
Sonraki makaleAğustos Böcekleri ve Karıncalar
İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu. Sinema, müzik ve edebiyat, ilgi alanı olmaktan öteye geçmiş, yaşam biçimi olmuş. Geçmişinde radyo programı, bir gazetenin Pazar ekinde albüm eleştirmenliği ve amatör fotoğrafçılık yapmışlığı var. Öğrenciyken Shakespeare, Wordsworth, Austen, Hardy, Lawrence okumanın, Virginia Woolf üzerine bitirme tezi vermenin, önüne gelen her albümü dinlemenin, özellikle 80'leri ve 90'ları türlü komikliği ve dramatikliğiyle yaşamanın sonucu doğan yazma ihtiyacını sinema ve müziğin bünyesinde anlamlandırmaya çalışıyor.

BİR CEVAP BIRAK

Please enter your comment!
Please enter your name here