1800’lü yıllarda herkesin birbirini tanıdığı bir kasabada ebelik yapan dilsiz Liz, evlendiği ve bir kız çocuk sahibi olduğu eşi ve eşinin önceki evliliğinden olan oğluyla beraber sakin ve saygın bir yaşam sürmektedir. Ama bu yaşam, kasabaya gelen gizemli bir rahip tarafından değişmeye başlayacaktır. Birgün kasabanın hamile kadınlarından biri kilise çıkışı sancılanır. Bebek ölü doğunca, rahibin karalama çabaları da sonuç vermeye başlayınca Liz bir anda hedef haline gelir. Liz ve ailesini zor günler beklemektedir. Ülkesi Hollanda dışında fazla tanınmayan, en son çeşitli festivallerde gösterilmiş 2008 yapımı savaş dramı Oorlogswinter ile adını duyurmuş Martin Koolhoven’ın kendi hikayesinden uyarladığı Brimstone, Hollanda, Fransa, Almanya, İngiltere, Belçika, İsveç, ABD ortak yapımı bir film. Yani ortada Avrupa’dan Hollywood’a transfer olma durumu yok. Zaten Hollywood’da bu tip bir film çekmenin de pek imkanı yok. Çünkü Brimstone, din eleştirisini merkeze alan sert, gerilim ve trajedi dolu bir western.
Brimstone, sırasıyla İncil bölümleri olan “Revelation” (İfşa), “Exodus” (Çıkış), “Genesis” (Başlangıç) ve “Retribution” (Hesaplaşma) adlı dört bölümden oluşuyor. Ama hikayenin tersten aktığını Exodus’tan itibaren anlıyoruz ki, sıkça başvurulan bu tersine kurguyla gizem oluşturma stili film için olumlu bir sonuç vermiş denilebilir. İlk üç bölüm sondan başa giderken, final bölümü Retribution ilk bölümden sonrasından devam ediyor. Bu bulmaca gibi kurgulama kafaları karıştırmasın. Bu stilin en önemli özelliklerinden biri, bir bölümdeki olay ve ayrıntıların cevabının bir sonraki bölümde ama geriye giderek verilmesi. Böylece gecikmeye uğrayan finale kadar tansiyonun iyice yükseltilmesi. Koolhoven, hikayesini normal bir sırayla anlatsaydı, etkisinden ne kaybederdi veya ona ne katardı uzun uzun tartışılabilir. Ne var ki bu kurgu hadisesi, filmin sert içeriği yanında ikinci planda kalıyor. Sakin bir hayatın bir anda esrarengiz bir rahip tarafından bölünmesi, Liz’in geçmişine ait kabusların bu huzurlu hayatın üzerine bir karabasan gibi çökmesi, cesur sahneler, şok anlar, sürprizler ve zamanda geriye giderek o gizemli geçmişin izinin sürülmeye başlanması.
Koolhoven, filmi hıristiyanlık ve dolayısıyla genel bir din eleştirisi üzerine kurguladığı için, bunu desteklemek adına şiddetin türlü hallerini filmin bu dört bölümüne serpiştiriyor. Buna zemin olarak 1800’lü yılların altına hücum dönemindeki vahşi batıyı uygun görmesi de manidar. Altın sayesinde yavaş yavaş uygarlık temellerinin atılmaya başlanması, bunu işine geldiği ölçülerde avantaj veya dezavantaj olarak kullanmayı öğrenmeye başlayan din adamlarının küçük komünlerdeki etkinliklerini arttırmaları bu zemini sağlıyor. İncil’den işine gelenleri alan, gelmeyenleri kendileri yorumlayan bu rahiplerin zamanla dokunulmaz bir “tek adam” haline gelmeleri de zorlaşmıyor. Guy Pearce’ın canlandırdığı rahip ve Liz arasındaki amansız takibin nedenlerini adım adım öğrenirken bu dinsel öğretilerin ve o öğretilerin dışında kaldığını düşündüğümüz başkalarına ada göndermede bulunuyor Koolhoven. Yobazlığı, sapıklığı, ruhsuzluğu meşrulaştıran öğretileri direk kutsal kitaptan alıntılayan rahiplerin bıraktıkları silinmesi zor izler bunlar.
Rahibin kilisedeki ilk vaazında “size kuzu postunda yaklaşan sahte peygamberlerden sakının, içlerinde onlar, yırtıcı kurtlardır” sözü, filmin özetlemelerinden biri. “Şiddet kötülüğü temizler, kalbin derinliklerini arındırır” sözü de buna bağlı olarak rahibin saplantı haline getirdiği Liz’in izini sürerken yoluna çıkan engelleri aşma biçimine karşı kendine şiar edindiği acımasızlığı betimliyor. Martin Koolhoven bu dört bölümün her birinde rahip ve Liz kovalamacasına dahil olan herkesi bu şiddetten nasiplendiriyor. Hatta deyim yerindeyse tıpkı Liz’e göstermediği gibi seyirciye de rahat yüzü göstermiyor. Sinemada şiddet görmekten rahatsızlık duymayan ya da zevk alan bireysel tercihleri bir kenarda tutarsak, giderek artan dozunun iyi ayarlandığını söyleyebileceğimiz merak duygusunu da diri tutmak suretiyle kendine dört yol birden çizip, kronoloji ile oynayarak bunları kesiştirmeyi başarmış bir film. Vahşi Batı’nın vahşiliğini olabildiğince gerçek kılmaya çalışıp, hatta bir miktar abartıp bunu hıristiyan öğretilerine, buradan hareketle evrensel dini çelişkilere bağlamak suretiyle günümüze de uyan mesajlar veriyor.
Guy Pearce’ın adeta sırtına alıp götürdüğü, onun da şeytani kötülüklere sahip bir din adamını canlandırdığını düşünürsek, bize film boyunca sığınacak bir liman bile bırakmayan Brimstone, Liz’in temiz ve huzurlu bir yaşam arzusuyla seyirciyi buluşturmakta hiç zorlanmıyor. Zorlanıyorsa da bunun yegane sebebi, bir zamanların popüler çocuk oyuncusu Dakota Fanning’in çoğu zaman Liz’in ağırlığını taşımakta zorlanan oturmamış oyunculuğu olsa gerek. Liz’in Joanna olarak son derece sancılı olgunlaşma sürecini canlandıran Emilia Jones’un tekinsiz toyluğu çok daha çarpıcıydı denebilir. Carice van Houten, Carla Juri, Kit Harington gibi filmin kimi nedenli, kimi nedensiz şiddetinden nasibini alan yan karakterler, western ambiyansını eline yüzüne bulaştırmayan görüntü yönetmeni Rogier Stoffers (ki 97’de Hollanda’ya Oscar getiren Karakter filminin de görüntüleri kendisine aitti) ve tabii ne anlatmak istediği çok tartışılacak Martin Koolhoven’in, ne anlattığı kadar nasıl anlattığına da değer verilmesini isteyerek ele aldığı Brimstone, “cehennemi dayanılmaz kılan alevler değil, sevginin yokluğudur” sözünü kuzu postundaki bir zebaniye söyleterek yegane çıkış yolunu işaret etmeyi de ihmal etmiyor. Tabii yeryüzündeki cehennemi betimleyerek.
Osman Danacı
odanac@gmail.com