Oyuncu Taylor Sheridan son üç yıla üç senaryo sığdırdı. Sicario (2015) Denis Villeneuve, Hell or High Water (2016) ise David Mackenzie tarafından yönetildi. Her ikisi de haklı ödüller ve övgüler aldı. 2017’deki Sheridan senaryosu Wind River’ı ise bizzat kendisi yönetiyor. Bu onun 2011’deki başarısız korku filmi Vile’dan sonraki ikinci yönetmenlik girişimi. Peşpeşe yazdığı bu üç filmle sinema dünyası iyi bir senarist kazanmışken, Wind River ile iyi bir yönetmen de kazanmış oluyor. Wyoming’deki Kızılderili bölgesi Wind River yerleşkesinde bulunan bir genç kız cesedi ile başlayan film, cesedi bulan Balık ve Vahşi Yaşam Servisi üyesi tecrübeli bir iz sürücü olan Cory Lambert ile, bu davayı incelemesi için apar topar gönderilen çaylak FBI ajanı Jane Banner’ın yerel polis ile işbirliği içinde olayı aydınlatma çabalarını konu alıyor. Sheridan, uyuşturucu kartellerine taşeronluk yapan Amerikan özel timleri (Sicario) ve Amerikan rüyasının pususunda yatan vahşi kapitalizm canavarı (Hell or High Water) gibi iddialı mevzulara Wind River ile bu defa kayıp kişi istatistiklerinde Kızılderili kadınların hesaba katılmamasının sebep olduğu polisiye ve adli sorumsuzlukları ekliyor. Başka bir açıdan bakıldığında, Amerika’da dönem dönem patlak veren afro-Amerikan ırkçılığın gölgesinde kalan bir başka etnik ve cinsiyetçi duyarsızlığa dikkat çekiyor.
Sheridan’ın bu üç senaryosuyla oluşturmak istediği belli bir kalıp var. Av ve avcı arasında yaşanan kovalamaca sürecini anlatırken, geçmişinde ağır hasarlar almış olan ve bir zamanlar av olup hayatta kalabilmiş ana karakterlerin avcıya, kendilerinde bu hasarları yaratan sistemin ve bu sistemin çarklarını oluşturan kötücül bireylerin de ava dönüşmeleri üzerinden hikayesini kuruyor. Kanunsuzluklar sayesinde bir yandan sistemi sorgularken, o sistemin anladığı kanunsuz dille hesaplaşmayı seçiyor. Bu üç senaryosunda da gizem, gerilim ve dramı ortak paydada buluşturmayı başarıyor. Birinin diğerlerinin önüne geçmesini önlüyor. Her üçünde de intikam olgusunun farklı yansımaları mevcut. En önemlisi de, tüm bu hikayeler için vahşi batı lokasyonları seçiyor. Zira acımasız sistem, av, avcı, intikam olguları kendini en iyi bu coğrafyalarda ifade ediyor. Her üç filmi de kastederek teknolojik gelişmelerin sonucunda avcıların işini kolaylaştıran takip sistemleri, son model silahlar, hızlı araçlar, gelişmiş suç bilimi, temelde bu western ruhuna hizmet ediyor. Bir bakıyorsunuz tüm bu moderliğin içinden sürüsünü eski usül evine götüren bir kovboy, çocuğuna ata binmeyi öğreten geleneksel bir baba veya Amerika’nın ücra ve soğuk bir köşesine hapsedilmiş bir Kızılderili ailesi geçiyor.
Wind River, yaşanmış bazı olaylardan esinlenmiş bir film. Zaten filmin sonunda verilen genel bilgi de bunu doğrular nitelikte. Bu yüzden Sheridan senaryosu birçok Hollywood kurgusundan çok daha gerçek tonlar taşıyor. Başlangıçta “katil kim” polisiyesi izleyeceğimizi düşünürken ve uzun süre de öyle gitmişken, hatta başka bir ceset daha bulunmuşken filmin kendi zamanıyla geçmişteki bir sahnesini ustalıkla birleştiren flashback bölümü ile düğümü çözmeyi son dakikalara bırakmak istemiyor Sheridan. O uzun flashback sahnesinde anlatılan hoş bir anı, sevgi dolu dakikalar ve sonrasında yaşanan trajik anlar sadece çözdüğü cinayet düğümünün değil, filmin iyi ve kötü kavramlarına dair tüm motivasyonlarının adını koyuyor. Ondan sonra inanılması güç bir hayatta kalma mücadelesinin, ücra beldelerde yapılan kötülüğün kötülerin yanına kar kalmasının, parçalanmış ailevi değerlerin, ertelenmek zorunda kalmış hayallerin, iletişimsizlik pişmanlıklarının muhasebesini daha da koyultuyor. Yürek parçalayan bu bölüm, seyirciyi Lambert ve Banner tarafına daha fazla yakınlaştırırken, Sheridan’ın vahşi batı adaletini yürürlüğe koyacağına dair sinyalleri de veriyor. O adalet de Sicario ve Hell or High Water’dan soyut izler bulabileceğimiz biçimde sağlanıyor.
Belki geçmişte kızını da benzer biçimde kaybetmiş ana karakter Cory Lambert’ın, cesedini bulduğu Natalie’nin kaybolan kendi kızının arkadaşı olması vesilesiyle yaşadığı “kaderiyle hesaplaşma” fırsatı biraz klişe durabilir. Üstelik Lambert’in kızılderili karısından boşanmış, kendini oğluna adamış, bilgece laflar eden bir adam olarak resmedilmesi de bu klişeye iliştirilebilir. Genç FBI ajanı Jane Banner’ın geçmişi üzerine hiç, karakteri üzerine ise fazla düşülmemesinin onu bazı açılardan suni bıraktığı da söylenebilir. Ama Sheridan, ortasından yakalayıp seyirciyi dahil ettiği bu hikayenin geçmişini daha çok toplumsal açıdan ele aldığı için, Jane gibi karakterlerin geçmişinin bu hikaye önünde engel oluşturmasını istememiş olabilir. Natalie ve Jane’in hayatta kalmaya çalışan birer “savaşçı” olmalarının ortak noktasında Jane’i az da olsa boyutlandırmak olası bir hal alabiliyor. Jeremy Renner ve Elizabeth Olsen gibi iki iddiasız oyuncunun karakter işlenişine de bariz katkıları olmuyor. Ancak hikaye ne kadar güçlü olursa ve ne kadar ciddi ele alınırsa, film de o kadar sağlam yere basabiliyor. Senaryo ve yönetim becerileri o karakterleri kendi işlemeye başlıyor. Cannes Film Festivali’nin Belirli Bir Bakış bölümünde Sheridan’a En İyi Yönetmen ödülü kazandıran Wind River, bu haliyle şimdilik Sheridan üçlemesinin son halkası gibi duruyor. Tabii yeni senaryolar ve filmler de gelecektir. Sheridan’ın hayata karşı direnme öyküleri merakla beklenen bir hal aldı. Çünkü güç kavramını hayatta kalabilme kabiliyeti açısından tanımlayan bu öyküler, filmde geçen “kurt şanssız geyiği değil, zayıf olanı avlar” sözünde olduğu gibi işini şansa değil, gerçeklere emanet etmiş görünümlere sahip.
Osman Danacı
odanac@gmail.com