Florida’da Disney yakınlarındaki Magic Castle adı verilen konutlarda haftalık kirayla yaşayan 20’li yaşlarındaki Halley ve onun 6 yaşındaki kızı Moonee’nin hayatına orta yerinden dahil olduğumuz Sean Baker bağımsızı The Florida Project, anne kızın birbirleriyle ve komşularıyla olan ilişkilerini bir reality doğallığıyla aktaran bir film. Amerika ağırlıklı pekçok festivalde 50 civarında ödül, 80 civarında adaylık elde eden film, bariz bir konuya sahip olmayan, buna ihtiyaç da duymayan bu bağımsız tavrını ilk dakikalarından sonuna dek sürdürüyor. Baker, bu oteldeki insanların rutinlerinden kendine bir tempo yaratıyor, zaman ilerledikçe seyirciden bu tempoya alışmasını talep ederek (veya umarak) bu tarzından taviz vermiyor. Okulları tatil olan Moonee ile arkadaşları Jancey ve Scooty’nin koşup oynamaları, dondurma yemeleri, gönüllerince eğlenmeleri, yaramazlık yapmaları, Halley’nin zaman zaman onlara eşlik etmesi, konutların otoriter ve iyi kalpli işletmecisi Bobby ile sık sık yollarının kesişmesi sahne sahne filmin bu temposunun şekillenmesini sağlıyor. Çocuklara ait bu sahnelerin bir süre sonra yetişkinleri sıkabileceği ihtimalini göz ardı etmeyen Baker, ya bu sahneleri çok uzatmıyor ya da zaman zaman çocukların diyaloglarını parlak ifadelerle süslüyor. Elbette film tümüyle bu kanaldan akmıyor.
Florida, Disney, Magic Castle gibi süslü lokasyonlara tezat biçimde insanların neredeyse üst üste yaşadıkları banliyölerde geçen, adını da Disney’in orijinal adından alan The Florida Project, karakterlerin içinde bulundukları sefaleti, yoksulluğu, ekonomik ve sosyal bakımdan hayatta kalma mücadelesini kesinlikle arka plan olarak kullanmayıp, çocukların mutlu masum dünyalarıyla iç içe anlatan bir yapım. Ama bunu uzun uzun konuşmadan, son derece basit ve anlaşılır biçimde, çoğu kez atmosferiyle yapıyor. Birbirinden çok farklı olan yetişkinlerle çocukların dünyası arasında kesin çizgiler çizmeyip, hepsinin aynı sefalet içinde farklı yorumlanışlarına yuva oluşturuyor. Küçük yaşta anne olan Halley’nin geçmişi hakkında hiçbir şey bilmiyoruz, bilmemiz de gerekmiyor. Zira ortada bir baba yok ve bazı geceler dışarıda veya odasında fahişelik yaptığını üstü kapalı yollardan öğreniyoruz. Tahmin edebildiklerimiz üzerine yorum yapmaktan kaçınan Baker, “siz olayı anladınız” dercesine daha çok anne kızın sevimli ilişkisine yoğunlaşıyor. Anne de olsa genç ve uçarı bir karakter olmasının etkisiyle Moonee ile çok iyi anlaşan, doğası gereği ona bir rol model olmak yerine arkadaş olan Halley, tam da bu haliyle filmin naifliği üzerinde tehdit oluşturabilecek tek kişi konumunda. Onun Bobby ile, konutlardaki yakın arkadaşı, aynı zamanda Scooty’nin annesi Asley ile ve başkalarıyla yaşadığı tartışmalarda ne kadar agresif görüyorsak, Moonee ile ilişkisinde o kadar sakin ve mutlu görüyoruz.
Sean Baker’ın çok fırsat bulmasına rağmen özellikle Moonee üzerinden duygu sömürüsü yapmaktan kaçınması, 35 mm çektiği filminin doğal akışında seyirciye de pozitif yansıyor. Ama bu doğallık da kendi içinde acı gerçekliği barındırdığı için kimi zaman yine Moonee üzerinden, özel bir çaba sarf edilmemesine rağmen sessizce yürek burkan anlar izliyoruz. Fazla uzun sürmeyeceğini bildiğimiz anne kızın sefil ama mutlu yaşantılarının, Baker’ın gerekli gördüğü bir müdahale ile değişmesi finali buluyor. Hızlı, dokunaklı ve gergin bir kurguyla işlenen final, filmin geneline aykırı düşmeden, Moonee’yi canlandıran Brooklynn Prince’ın olağanüstü yükselişinin ardından muğlak kalmayı tercih ederek bir miktar hayal kırıklığı yaşatabiliyor. Bunun sebebi, filmin kurduğu ve birbirine kenetlediği iki dünyanın birlikte inşa ettikleri doğallığı böylesi bir belirsizlikle havada bırakması ya da topu seyircisine atması. Bunu da belki Baker’ın o tahmin edebildiklerimiz üzerine yorum yapmaktan kaçınan tutumuna vereceğiz. Sevimliliği ve spontane halleriyle yıldızlaşan Brooklynn Prince yanında, Halley rolüyle Baker’ın Instagram’da keşfettiği Bria Vinaite de ilk filmiyle gelecek için ümit veriyor. Bobby olarak izlediğimiz, bağımsız filmlere olan ilgisini bildiğimiz büyük usta Willem Dafoe’nun performansı için akla gelen ilk tanım ise “güven verici” oluyor. 2015’te iPhone ile çektiği Tangerine ile pekçok ödül kazanan Sean Baker, The Florida Project ile bağımsız film evreninde üstüne katarak doğru yolda ilerlediğini kanıtlıyor.
Osman Danacı
odanac@gmail.com