Ebeveynleri öldükten sonra 6 yaşındaki Frida’nın dayısı ve yengesiyle taşrada geçirdiği ilk yazı konu alan Estiu 1993, Katalan yönetmen Carla Simón’un dört kısa filmin ardından çektiği ilk uzun metraj olarak Londra, Mumbai, İstanbul gibi festivallerden ödüllerle dönmüş, Berlin Uluslararası Film Festivali’nden iki ödül birden almış bir dram. Otobiyografik özellikler taşıdığı söylenen film, neredeyse her sahnede gördüğümüz küçük Frida’nın anne babasız bu ilk yazını dingin, ama bu dinginliğin sakladığı büyük acının gölgesinden bir an olsun ayrılmadan işliyor. Bu sebepten dolayı yer yer ağırlaşsa da, Simón’un bu trajedi sonrasına 6 yaşında bir çocuğun gözünden ziyade, en çok ihtiyaç duyduğu dönemde ebeveynlerini yitirmiş 6 yaşında bir çocuğun gözünden bakmaya çalışmış. Tabii şimdinin yetişkini olan anlatıcının, o dönemi çocukluk ve orta yaş arası iki farklı gözle etüd etmesinin sonucu olarak buluşulan ortak nokta, her halükarda gömülmek çalışılan derin bir acı olarak yansıyor.
Filmin başından sonuna yüzünde sudan çıkmış balık ifadesi taşıyan Frida’nın acısını ağlayıp sızlamasından değil, ancak sessiz gözlemlerinden ve etrafına gösterdiği davranışlardan anlayabileceğimizi göstermeye çalışan Simón, ailesini kaybetmiş o yaştaki bir çocuk ile ne kadar empati kurabileceğimizi deniyor. Frida’yı anlamak ile ona acımak arasındaki çizgiyi fazla umursamadan, sadece küçük kızın taşınması çok zor acısını bu farklı ortamda dışarı ne şekillerde yansıttığı ile ilgileniyor. İçinde bulunduğu durumun hassasiyeti düşünülünce bunu düz bir şekilde yapsa dahi duyguları bir yerlerden sömürüyor görünmesi kaçınılmaz. Simón, Frida’yı kamerasına hep yakın tutarak bu taze acıyı resmetmekle kalmayıp, Barcelona’da annesinin kalabalık çevresinde büyümüş ve bu yüzden biraz şımartılmış olan çocuğu yabancısı olduğu sakin taşra ortamında yeniden konumlandırıyor. Böyle olunca Frida’nın en ufak bir mimiği bile filmin dramatik üslubunu kaşıyıp derinleştiriyor.
Frida’nın Barcelona’dan ziyarete gelen halalarıyla, büyükanne ve büyükbabasıyla geri dönmek istemesi, bir anda anne konumuna geçen yengesine kaprisler yapması, kırdaki evinde anne babasıyla mutlu bir çocukluk geçiren küçük kuzeni Anna’yı iki defa tehlikeye atması, ayakkabılarını bağlayabildiği halde bunu hep başkalarının yapmasını istemesi, yeni tanıştığı bir çocuğa oyun oynarken pat diye “benim annem babam öldü” demesi, dayısı ve yengesine anne-baba diye hitap etmesi ve daha nice ayrıntı, çocuk psikolojisinde sayfalarca anlatılan bilgilerle örtüşür nitelikte. Dayısı ve yengesi tarafından sevgiyle ilgilenilmesine rağmen zaman zaman onların sabırlarını da zorlaması, ebeveyn psikolojisini de yansıtıyor. Biz yetişkinlerin çocuklarımızdan da zaman zaman bir yetişkin gibi davranmalarını bekleme yanlışımız, onların bir çırpıda büyük şehirden taşra yaşamına adapte olmalarını beklememiz bir yana, Frida’nın durumundaki bir çocuğun psikolojisinden sadece gözyaşı normalliği umma hatamız da yüzümüze vuruluyor.
Simón, Frida aracılığıyla bizi hırpalarken mesaj kaygısı gütmüyor. Çünkü otobiyografik hikayesinde bunu yapabilecek bir zemine ihtiyaç yok. Zaten kasten hırpalamak gibi bir niyeti de yok. Bu küçük kızın yaşadığı trajedi sonrası sancıların ne kadar sade ama vurucu biçimde ele alınabileceğini göstermesi açısından çok güçlü bir örnek. Carla Simón açısından ise kendi çocukluk acılarıyla yüzleşmesini sağlayan bir terapi gibi olsa gerek. Frida’yı sevimli, saf, sinir bozucu, dalgın, yorgun, en çok da hüzünlü biçimlerde betimleyerek bu duygu karmaşasını bu psikolojinin normallik sınırlarında tutuyor. Frida’yı canlandıran Laia Artigas’ın tüm bu karmaşayı sırtlanan doğallığı ise en güvendiği şey. Bu güven boşa çıkmıyor. Onu bahçede Anna ile şımarırken, Barcelona’ya giden arabaya binmek için mücadele ederken, annesinin ölümüyle ilgili yengesine sorular sorarken veya dayısı, yengesi ve Anna bir şenlikte dans ettiği sırada onları oturduğu yerden izlerken gördüğümüzde, sinemanın gerçek hayata tutulan ayna işlevini, yüreğimizi yaralaması, boğazımıza düğümlenmesi pahasına bir kez daha hatırlıyoruz.
Osman Danacı
odanac@gmail.com