Macar yönetmen Ildikó Enyedi’nin uzun bir aradan sonra yazıp yönettiği Teströl és lélekröl (On Body and Soul – Beden ve Ruh), son yıllarda çekilmiş konusu en ilginç ve bu ilginçliği en etkili biçimde hayata geçirmiş filmlerden birisi. Budapeşte’de bir mezbahada finans direktörü olarak çalışan Endre ile, kalite kontrol bölümünde yeni işe giren Mária arasındaki tuhaf ilişkiyi ele alan film, dram, romantizm ve kara mizah öğeleriyle süslediği, sakin fakat çarpıcı bir ton yakaladığı çok yalın bir atmosferde geçiyor. 60’lı yaşlarında, bir elini kullanamayan, yalnız yaşayan ve içine kapanık (yetişkin bir kızı olduğu gereksiz ayrıntısı da verilen) Endre, 30’lu yaşlarında anormal derecede asosyal bir kadın olan Mária’yı görür görmez ondan hoşlanıyor. Ama iş yerinde Jenö dışında herkesle mesafeli olan Endre bu durumdan kimseye söz etmiyor. Zaten adeta bir robot gibi davranan Mária çok zor bir kadın. Mezbahada gerçekleşen bir hırsızlık olayından sonra çalışanlarla tek tek görüşmesi için görevlendirilen bir psikiyatr sayesinde çok garip bir gerçek ortaya çıkıyor. Endre ve Mária her gece biri erkek, diğeri dişi iki geyik olarak aynı rüyayı paylaştıklarını fark ediyorlar. Böylece o ana dek filmin açılışında ve aralarda görüp film ile bağlantısını kuramadığımız soğuk ve karlı ormandaki iki geyik birden anlamlanıyor.
Ildikó Enyedi, bu fantastik rastlantıyı hayata geçirmek için iki zor karakter seçmiş ki, senaryoyu kaleme alırken nereye kadar götürebileceğine dair kendine meydan okumuş sanki. Üniversite bitirmiş, mesleğini eline almış, olağanüstü bir hafızası olan, ancak insanlarla iletişimde adeta bir uzaylı kadar tuhaflaşan Mária, yılların bıkkınlığı ve yalnızlığı yüzünden okunan mezbahanın finans müdürü Endre’ye göre daha ilginç ve zor bir karakter sayılabilir. Aşırı ürkekliği sebebiyle rüyasında dişi bir geyik olmasına şaşmamalı. Enyedi, onun karşısına mevki sahibi yakışıklı bir playboy yerine, mevki sahibi Endre’yi koyuyor ve klişelerin kendisini kolayca götürebileceği yerleri reddederek kendi yolunu bir şekilde bulmaya çalışıyor. Aslında meselesinin özü, birbirine fiziksel manada yakışan bir kadın ve bir erkeğin inişli çıkışlı sıkıcı ilişkisi yerine, aynı rüyayı gören çok farklı iki insanın nasıl iletişime geçeceklerini, bu duruma nasıl tepki vereceklerini, bir ilişki yaşayıp yaşamayacaklarını, yaşayacaklarsa neye benzeyeceğini kurguluyor. Bunu o kadar zarif bir sinema diliyle yapıyor ki, bir Mária’nın, bir Endre’nin yalnız dünyalarına, sonra onların işyerindeki -çoğunlukla yemekhanedeki- geyikler kadar doğrudan ve ürkek etkileşimlerine konuk oluyoruz. Tabii gece olunca karlı ormanda onları birer geyik olarak gördüğümüz büyülü rüya sahneleri de bu incelikli kurguda yerini alıyor.
Enyedi tüm bu tasarımıyla o kadar naif bir evren yaratıyor ki, Endre ve Mária dışındaki karakterlerden hep bir fesatlık, gerginlik bekliyor, seyirci olarak adeta birer Endre’ye veya Mária’ya dönüştüğümüzü fark ediyoruz. Bu geyiksi ürkeklik, her ikisinin müthiş bir doğallıkla resmedilmiş yalnızlıkları içinde geçmişteki ya da şimdiki zamandaki kendimizden çok şeyler bulmamız sayesinde bizi de sarıp sarmalıyor. Çok basit akşam yemekleri, tek kişilik sıkıcı gece rutinleri, sessizlik ve son durak olan uyku. İçinde yaşayanlar için sıkıcı, dışardan bakanlar için sakinliğiyle huzur ve hüzün dolu bu şiirsel yalnızlık hali, rüyalarla birlikte o naif ruh halinin bedensel karşılığı olan geyiklerde kendini buluyor. İşyerindeki o tuhaf hırsızlık olmasa, bu suç yüzünden bir psikolog çağrılıp tüm çalışanlara özel sorular sorulmasa, Endre ve Mária’nın geceleri aynı rüyayı gördükleri gerçeğini birbirlerine asla söylemeyeceklerini çok iyi biliyoruz. Çünkü her ne kadar Endre biraz yoklamış olsa da, birbirinden farklı bu iki insanın arkadaş olmaları bile imkansız görünüyor. Belki yakınımızda veya uzağımızda, ayrı dünyaların insanları da olsak bir rüya eşimiz olma ihtimaline de uzanıyor bu durum. İnsanlar genellikle birbirleriyle iletişime geçmek, ilişki yaşamak için hep bir ortak nokta bulma peşindedir. Oysa aynı rüyayı görmek kadar büyüleyici bir ortak noktamız olsa buna nasıl tepki verirdik diye kendi sınırlarını aşıp hayatımıza dahil olan bir film Teströl és lélekröl.
Filmin melankolik dokusu, Mária’nın çocuksu, kırılgan, sessiz, zaman zaman sinir bozucu derecede asosyal duruşundan ve Endre’nin yılgın ama özellikle Mária’yı gördükten sonra içten içe umutlu sakinliğinden besleniyor. Gülümseten, hüzünlendiren, yer yer ürküten ama her daim filmin bir dantel gibi işlenmesine katkıda bulunan detaylar, yakalamasını bilenler için o kadar cömert ki, Amélie’den Lost In Translation’a kadar imkanlı/imkansız pekçok aşk hikayesini anımsatan incelikler taşımakta. Ildikó Enyedi, komediden gerilime kadar çeşitli türlere kolayca uyarlanabilecek bu konuyu olabilecek, olması gereken en güzel biçimiyle, klişe kabul etmeyen çok boyutlu bir gidişat ile yazıyor/yönetiyor. Hatta kitabı olsa ne güzel okunurdu dedirtiyor. Kendi sakinliği içinde güçlü bir tempo yaratıyor. Endre rolünde ilk filmini çeken Géza Morcsányi ve Mária olarak izlediğimiz televizyondan gelme Alexandra Borbély, minimal halleriyle filmin başlarında hiç de güven vermemelerine rağmen, Enyedi’nin incelikli senaryosunun ağlarını ördüğü, özenle inşa ettiği, adım adım yükselttiği, hüzünlü yalnızlıklarına ortak ettiği birer beden ve ruha dönüşüyorlar. Hatta yıllandıkça unutulmazlar arasına girecek birer arızalı aşık profili çıkarıyorlar. Ama onların arızası birbirlerine veya başkalarına değil. Böyle sıradışı bir ruhi ortaklığa bedensel olarak nasıl tepki verileceğini bilememenin acemiliğiyle yaşadıkları arızalar. Bu durumda kim arızalanmaz ki?
Osman Danacı
odanac@gmail.com