Ana sayfa 2010'lar 2018 Cold War

Cold War

1202
0

2013’te çektiği Ida ile Oscar dahil onlarca ödül kazanan Pawel Pawlikowski’nin Janusz Glowacki ve Piotr Borkowski ile birlikte senaryosunu yazdığı Zimna wojna (Cold War), 1949 yılında savaş sonrası Polonya Halk Cumhuriyeti’nin kurulmasını takip eden Komünist Parti rejiminin Stalinizm döneminde başlayıp, sonraki 10 yıllık süreci işleyen bir yapım. Savaşın bitimiyle birlikte kültür sanat faaliyetlerine daha geniş bir alan bulabilen hükümet, Mazurek adı altında kurulacak bir konservatuvar için çalışmalara başlamıştır. Konservatuvara öğrenci ve repertuar seçmek üzere ülkeyi dolaşan iki tecrübeli müzisyen ve bir devlet görevlisi, köy köy dolaşarak gizli kalmış halk türkülerini kayıt altına almakta, şarkı söyleyip dans etmeye yetenekli gençleri seçerek eğitmeye başlamışlardır. Onlardan biri olan güzel Zula ile eğitmenlerden Wiktor arasında filizlenen ve kısa sürede tutkulu bir hal alan ilişkinin 10 yılda geçirdiği evrelerin izini süren film, tıpkı Ida gibi en belirgin gücünü olağanüstü görüntü işçiliğinden alıyor. Pawlikowski bu filmde yine Ida’nın görüntü yönetmeni Lukasz Zal ile çalışıyor.

Temellerini attıkları ve çok başarılı bir düzeye getirdikleri bu gösteri ekibinden, üst düzey yetkililer tarafından Stalin güzellemeleri yapmaları halinde destek görecekleri söylendikten sonra soğumaya başlayan Wiktor, sırf Zula’nın varlığı sebebiyle bir süre buna katlansa da, onu razı ederek, bir propaganda aracına dönüşmüş olan bu oluşumdan ve rejimin kölesi olmuş Polonya’dan kaçmaya karar veriyor. Fakat son dakikadaki karar değişikliğiyle Zula kaçmak yerine Mazurek’te kalmayı seçiyor. Böylece ilk ayrılığını yaşayan Wiktor ve Zula’nın Polonya, Berlin, Yugoslavya, Paris eksenindeki kavuşma, kopma serüvenleri başlamış oluyor. Rejimler, siyasetler değiştikçe kavuşmalar kolaylaşıyor ama bu defa ikili arasındaki tutku da türlü aşınmalara karşı durmak zorunda kalıyor. Her ikisi de başka insanlarla beraber oluyor, ilişki yaşıyor, evleniyor, ayrılıyor, sonra bir şekilde yine birbirlerini buluyorlar. Pawlikowski muhteşem görüntülerle bu melankoliyi biçimlendiriyor biçimlendirmesine. Ama bu aşk hikayesinin detaylarıyla fazla ilgilenmeyip, zamanda yaptığı sıçramalarla onu pasajlara bölmeyi tercih ediyor. Böyle olunca hem ayrılıkların, hem de kavuşmaların tadı damaklarda kalıyor, umulan etkiyi yaratmıyor. Tadın damakta kalması da iyi bir histir. Galiba doğru ifade heveslerin kursakta kalması.

Pawlikowski tarafından bunun bilinçli olarak mı yapıldığı pek anlaşılamıyor doğrusu. Zira böylesi potansiyel bir çileli aşk hikayesini oradan oraya savurarak ve bunu senaryo bazında hızlı, detaysız, bölüm bölüm ve her bölümde birşeyleri eksik bırakarak yapmak suretiyle filme bir tarz kondurmak amacı da güdüyor olabilir. Ne yaparsa yapsın, Cold War’un bu tarzdan negatif etkilenmelere maruz kaldığını söylemek haksızlık sayılmaz. Çünkü biçimsel yönü böylesi güçlü siyah beyaz bir romanstan, şahsi tarz denemeleri yerine belki daha standart ama daha yakıcı, hisli, tutkulu, çileli bir film bekliyoruz. Bunu yaptığı anlar da var elbet. Lakin o anlar bile, devreye giren muhteşem sinematografinin, sanat yönetiminin domine ettiği nostaljik dokunun şarjına muhtaç olduklarını hissettiriyorlar. Casablanca gibi bir klasiğin kendi döneminde yarattığı etkinin, The English Patient gibi çok yönlü bir romansın taşıdığı ihtirasın izleri aranıyor Cold War’da sanki. Filmin ayrılma/kavuşma döngüsündeki potansiyel gücün yeterince işlenmediğine dair tatminsizlik duygusu ile mücadele etmek durumunda kalmak hüzün veriyor.

Wiktor ve Zula’nın bu 10 yıllık gelgitli ilişkisi, özellikle Zula’nın dönüşümünü, onun yıpranışını betimlerken başarılı görünse de, yıllar geçip Wiktor ile tekrar buluştuklarında yüzünün her noktasına yansıyan hüznünün nedenlerini sadece bu yüzden çıkarmak durumunda kalıyoruz. Zira ayrıyken ne Wiktor’un, ne de Zula’nın zamanda yapılan bu atlamalar yüzünden göremediğimiz yaşanmışlıklarını bir şekilde onların ağzından duymamız veya tahmin etmemiz gerekiyor. Süre olarak uzayıp başka yan karakterlerle ve olaylarla dağılmamak adına Pawlikowski’nin bu tercihi gayet olumlu. Ama bu tercih, senaryoya ve iki başrol oyuncusunun omuzlarına fazladan yük bindiriyor. İşte bu noktada senaryonun aksaklık/eksiklikleri bir nebze daha görünür hale geliyor. O zaman o görünürlüğü, “dinlenebilir” bir sembolle örtme inceliği deniyor: Dwa Serduszka adlı şarkıyla! Bu şarkı Zula’nın hayatının her döneminde adeta onu takip ediyor, onun gibi şehir şehir, ülke ülke geziyor, şekil değiştiriyor. Tıpkı Zula gibi bir köyden çıkan halk türküsü iken, Mazurek bünyesinde geniş kitlelere ulaşıyor. Yıllar içinde harikulade bir caz şarkısına dönüşüyor. Hatta Paris’te Loin de toi adıyla piyasaya bile çıkıyor. Zula için Dwa Serduszka’nın yarenliği, hem hayatının rotasına, hem de soğuk savaş halinde olduğu, yine de yerine başka kimseyi koyamadığı Wiktor’a olan aşkına benziyor.

Cold War, 88 dakika içine 10 seneyi sığdırmaya çalışan, kusursuz görüntü işçiliğiyle, her anı müzik dolu zarafetiyle, Polonya sinemasının iki tecrübeli oyuncusu Joanna Kulig ve Tomasz Kot’un sürüklediği bir görsel şölen. Ida da 82 dakikaydı ama onun meselesi daha dar bir alanda işlendiği için hemen her şey genç rahibe Anna’nın etrafında, kendi zamanını ekonomik kullanarak biçimleniyor, her duyguya yer kalıyordu. (Hatta o filmde de sahnede şarkı söyleyen bir Joanna Kulig vardı.) Cold War ise birbirine tutkuyla bağlı iki insanın aşkına ikna eden, fakat hızlı ve boşluk yaratan anlatımıyla onların ayrılıklarına ve kavuşmalarına, sonra bir sebepten tekrar ayrılan yollarından, bir sonraki buluşmalarına kesmeler yapan bir film. Bu 10 yıllık süre içinde bir yere ait kalamamanın, sevdiğine ait olamamanın, onu bulduktan sonra yitirmenin kısa muhasebelerini yapıyor yapmasına. Bazen samimiyetle, bazen sadece yapmış olmak için. Belki biraz uzun olmayı göze alsa, aceleci davranmasa, perdeden taşması beklenen acı tutkuyu taşırabilse, finali böyle bir filme çok daha ait durabilirdi. Lakin keşkeler faydasız. Her filmi olduğu gibi kabul etmek, zaman içinde demlenmelerini beklemek, sonra onları zarif bir fincanda güzel siyah beyaz manzaralar eşliğinde yudumlamak işe yarıyor. Kaldı ki Ida ve Cold War zaten pek çok yönüyle zaten Pawel Pawlikowski tarafından demli vaziyette önümüze kondu. Bakalım filmde yaralı gördüğümüz şeyleri zaman onarabilecek mi.

Osman Danacı

odanac@gmail.com

Twitter

Önceki makaleBurning
Sonraki makaleOf Time and the City
İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu. Sinema, müzik ve edebiyat, ilgi alanı olmaktan öteye geçmiş, yaşam biçimi olmuş. Geçmişinde radyo programı, bir gazetenin Pazar ekinde albüm eleştirmenliği ve amatör fotoğrafçılık yapmışlığı var. Öğrenciyken Shakespeare, Wordsworth, Austen, Hardy, Lawrence okumanın, Virginia Woolf üzerine bitirme tezi vermenin, önüne gelen her albümü dinlemenin, özellikle 80'leri ve 90'ları türlü komikliği ve dramatikliğiyle yaşamanın sonucu doğan yazma ihtiyacını sinema ve müziğin bünyesinde anlamlandırmaya çalışıyor.

BİR CEVAP BIRAK

Please enter your comment!
Please enter your name here