Türkiye’de 2018 yılında vizyona giren ve festivallerde gösterilen filmler arasından yıl içerisinde görülmesi gereken 30 Avrupa filmini derledik.
30- The Man Who Killed Don Quixote (Yön. Terry Gilliam)
Efsane yönetmen Terry Gilliam’ın kendisi de efsaneye dönüşen son filmi, bir tutku projesi; hiç dinmeyen temposu, yaratıcı olay örgüsü, dev oyuncu kadrosu, gözalıcı mekânları ve sıradışı mizah anlayışıyla tam bir Terry Gilliam başyapıtı. Cervantes’in başyapıtından esinlenen filmde Adam Driver kendini beğenmiş bir reklam yönetmenini, Jonathan Pryce ise kendini Don Quixote sanan bir adamı canlandırıyor. İkili, yıllar sonra yeniden karşılaşınca acımasız bir Rus oligark, ırkçı bir yapımcı ve eski aşkların da karıştığı, gerçekle hayalin, geçmişle günümüzün buluştuğu çağdaş bir Don Quixote hikâyesinin ortasına düşüyorlar. Filmin 1990’larda başlayan yapım süreci hastalıklar, davalar, finansman sıkıntıları, hatta sel baskını gibi çeşitli talihsizlikler yüzünden 2018’e kadar aksadı.
29- Girl (Yön. Lukas Dhont)
Cannes’ın En İyi İlk Film’i seçilen Kız, Belirli Bir Bakış bölümünde dünya prömiyerini yaptı ve başta Altın Kamera olmak üzere birçok ödül kazandı. Kız, profesyonel bir balerin olmak için çabalayan 15 yaşındaki ergen trans birey Lara’nın hikâyesini anlatıyor. Lara, bir yandan ergenliğin getirdiği huzursuzlukla başa çıkmaya çalışırken bir yandan da bale eğitimindeki zorlukları aşmaya çalışıyor.
28- 9 Fingers (Yön. F. J. Ossang)
Magloire, elinde bir valizi yahut bir geleceği olmadan hayatından kaçmaya başlar. Aniden karşısına ölmek üzere olan bir adam çıkar. Kendisine bir servet bağışlayan bu adam bir talih kuşu mudur? Yoksa bütün bu yaşananlar bir felaketin habercisi midir? Bir süre sonra peşine düşen bir çete tarafından yakalanan Magloire, kendisini hem rehine hem de suça ortak bir halde bulur. Sinemanın tavizsiz punk şairi, kült Fransız yönetmen ve müzisyen F.J. Ossang’ın, son filminden tam yedi yıl sonra çektiği 9 Parmak, “coşkulu bir punk ağıtı” olarak tanımlanıyor. Filmin harika görüntü yönetmenliğinin Jean-Pierre Melville ruhuna selam çaktığını iddia edenler de azınlıkta değil.
27- Loro (Yön. Paolo Sorrentino)
Her filmiyle olay yaratan, Muhteşem Güzellik’le Oscar’a, The Young Pope ile TV ekranlarına uzanan Paolo Sorrentino, yine ülkesinin entrika dolu dünyasına dönüyor ve kamerasını bu kez eski başbakan Silvio Berlusconi’ye çeviriyor. Sorrentino bir yandan skandalların adamı Berlusconi’yle sınır tanımadan dalga geçiyor, bir yandan da İtalyan siyasetine ilginç bir açıdan göz atıyor. Kurt siyasetçiyi, Sorrentino’nun birçok filminde birlikte çalıştığı Toni Servillo canlandırıyor.
26- Woman at War (Yön. Benedikt Erlingsson)
Cannes’da Eleştirmenler Haftası bölümünde dünya prömiyerini yapan Woman At War, Atlar ve İnsanlar’la tanınan Benedikt Erlingsson’un ikinci uzun metrajlı filmi. Variety dergisi tarafından “küresel meseleleri hem mizah hem de tatminkar bir adalet hissiyle ele alan, zekice yapılmış, insanı iyi hissettiren ender filmlerden” sözleriyle övülen Woman At War, İzlanda’nın el değmemiş dağlık bölgelerinde geçiyor. Filmin kahramanı, yöresindeki alüminyum tesislerine tek başına savaş açan, ancak evlat edinme başvurusu kabul edilince dünyası sarsılan, “Dağların Kadını”, çevreci aktivist Halla. Kuzeyli mizahı küresel dertler ve adalet duygusuyla birleştirirken olağanüstü manzaralar eşliğinde sunan film, yönetmeni Erlingsson’un tarifiyle “macera gibi anlatılan bir kahramanlık hikâyesi; gülümseyerek anlatılan ciddi bir masal.”
25- Charleston (Yön. Andrei Cretulescu)
İlk gösterimini Locarno’da ana yarışmada yapan, yeni dönemin yükselen Romanya sinemasının parlak örneklerinden Charleston, yönetmeni Andrei Cretulescu’nun sözleriyle “hüzünlü ama umutsuz olmayan, komik ama mutlu olmayan, bir umutsuz aşk filmi”. Film, karısını trafik kazasında kaybeden bir adamın, yas sürecini karısının âşığıyla birlikte atlatmaya çabalamasını konu alıyor. Sinema yazarı ve ödüllü bir kısa film yönetmeni olan Andrei Cretulescu’nun yönettiği bu ilk uzun metrajlı filmi aşk, hüzün, pişmanlık ve kader kavramlarını imkânsız bir aşk ve sıra dışı bir arkadaşlık üzerinden ele alan bir kara komedi.
24- Touch Me Not (Yön. Adina Pintilie)
Yakınlık ihtiyacı, cinsel fetişler ve estetik güzelliğin farklı tanımları, Berlin’de Altın Ayı’ya layık görülen bu Romen filminin ana temaları. Kurmaca film, psikoterapi seansı, rol oyunları ile belgesel arasında tanımsız bir noktada duran Dokunma Bana, filmin yönetmeninin de dahil olduğu ilginç karakterlerini felsefe tartışması, beden egzersizi ve ruhsal sağaltım seansları arasında gözlemliyor.
23- Climax (Yön. Gaspar Noe)
Gerçek bir haberden esinlenerek “rüya ve kâbuslarını” perdeye yansıtan Noé, son filminin merkezine bu kez dansçıları yerleştiriyor. “Cehennemvari bir sinemasal dans partisi” olarak tanımlanan Climax, gösterileri için hazırlanan bir dans grubunu izliyor. Dansçılar, son provalarını yaptıktan sonra beklenmedik bir gelişmeyle Noé tarzı olaylar birbirini kovalıyor.
22- Fleuve Noir (Yön. Erick Zonca)
Meleklerin Düş Yaşamı filminin yönetmeni Erick Zonca’nın Wisdom of the Crowd dizisinin senaristi Dror Mishani’nin romanından uyarladığı Siyah Nehir, hareketli bir polisiye. Arnault ailesinin ergen oğlu Dany ortadan kaybolur. Çocuğun eski öğretmeni Bay Bellaile, durumu öğrenince polise gider ve vakaya bakan bıkkın komiser Visconti’ye işbirliği yapmayı teklif eder. Vincent Cassel, Sandrine Kiberlain ve Romain Duris’li sağlam kadrosuyla Siyah Nehir, hem polisiye hem aile trajedisi türlerini bir uyuşturucu mafyası hikâyesinde bir araya getiriyor.
21- Beast (Yön. Michael Pearse)
Küçük bir adada yerleşik küçük bir toplulukta yaşayan genç bir kadın, adaya dışarıdan gelen bir yabancıya âşık olur. Baskıcı ailesinden uzaklaşabilmesi için kadına güç ve destek veren adamın seri cinayetler işleyen bir katil olduğu iddia edildiğinde kadın, her şeye ve herkese rağmen adamı savunacaktır. Michael Pearce’ın muhteşem manzaralar ve boğucu toplum baskısı eşliğinde gerilim dozu git gide artan ilk filmi Canavar, dünya prömiyerini Toronto Film Festivali’nde yaptı.
20- Ava (Yön. Léa Mysius)
Güneş şemsiyeleriyle bezeli bir sahilde çocuklar oynuyor. Suyun sesi, gökyüzünün maviliği ve güneşin sıcaklığı hâkim. Bütün bu kalabalığın ortasında uyuyan bir çocuk Ava. Henüz 13 yaşında. Ruhu uyanıyor ancak gözleri, bir hastalık nedeniyle kapanmak üzere. Genç kızlığına adım adım yaklaşırken, önünde bekleyen sorunlarla baş edebilmek için kendince yöntemler arıyor. Prömiyerini yaptığı Cannes Eleştirmenler Haftası bölümünden ödülle dönen Ava, genç bir kızın büyüme hikâyesini girift bir anlatı üzerinden kuruyor ve dört başı mamur bir sinema duygusu yaratıyor. Yönettiği ilk uzun metrajlı filminde Léa Mysius, oldukça kompleks, görsel olarak çok maharetli bir karakter portresi çiziyor.
19- Djam (Yön. Tony Gatlif)
Eski bir denizci ve Rembetiko türü müziğin büyük bir hayranı olan Kakourgos, tekneleri için zor bulunan bir parçayı almak üzere yeğeni Djam’i İstanbul’a gönderir. Genç kadın burada 18 yaşındaki Avril ile tanışır; göçmenler için gönüllü yardım yapan ve burada ne parası ne de tanıdığı biri olan başka bir genç kadın. Cömert, kendinden emin, tahmin edilemez ve özgür ruhlu Djam, Midilli’ye yaptığı, müzik, yeni insanlar, paylaşılanlar ve umutla dolu bu yolculukta Avril’i kanatlarının altına alacaktır.
18- Suspiria (Yön. Luca Guadagnino)
Luca Guadagnino giallo türünün en bilindik filmlerinden, Dario Argento’nun 1976 başyapıtı Suspiria’yı yeniden çekti. Venedik Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapan filmin konusu, orijinaliyle neredeyse aynı: 1977 yılında, Berlin’de, dünyaca ünlü bir dans trupuna karanlık güçler musallat olmuştur; dansçılardan bazıları bu güce yenilir, bazılarıysa mücadeleyi seçer. Duyurulduğu ilk andan beri merakla beklenen Suspiria, Tilda Swinton ve Dakota Johnson’lı parlak oyuncu kadrosu, özünü aldığı kült film, sürekli artan huzursuzluk hissi ve benzersiz görselliğiyle uzun süre zihninizi kurcalayacak. Yeni Suspiria’nın müzikleri Radiohead’den Thom Yorke tarafından bestelendi, koreografiler ise sinema, tiyatro, moda ve dans alanlarında tanınmış sanatçı Damien Jalet’ye ait.
17- Call me by Your Name (Yön. Luca Guadagnino)
1983 yazında, İtalya’nın kuzeyinde 17 yaşındaki Amerikalı Elio Perlman günlerini, ailesinin 17 yüzyıldan kalma villasında geçirmektedir. Miskince notaların kopyasını çıkarıp, arkadaşı Marzia ile flörtleşmektedir. Bir gün, doktora tezi üzerinde çalışan 24 yaşındaki Oliver Greko-Roman kültür alanında çalışan Elio’nun babasına yardım etmek için yanlarına gelir. Elio ve Oliver kısa bir süre içinde bu yazın, hayatlarını sonsuza dek değiştireceğini fark ederler.
16- The House That Jack Built (Yön. Lars Von Trier)
Her filminde izleyiciyi zorlayıp kışkırtan Lars Von Trier, Cannes’da dünya prömiyerini yapan son filminde çıtayı iyice yükseltti. 2013 tarihli Nymphomaniac’tan bu yana sessiz kalan Von Trier’in önce bir televizyon dizisi olarak planladığı Jack’in Yaptığı Ev, parlak oyuncu kadrosuyla göz kamaştırırken dehşet verici hikâyesi ve görselliğiyle izleyicileri ve eleştirmenleri ikiye böldü. 1970’lerde geçen film, 12 yıl boyunca bir seri katili izliyor ve işlenen korkunç cinayetleri katilin kendi gözünden perdeye yansıtıyor. Katil Jack rolünü üstlenen Matt Dillon’ın muhteşem performansıyla yükselen film, Von Trier’in her zamanki muzip ve sivri tarzıyla seri katil türünün kurallarını yıkıp geçiyor.
15- Pororoca (Yön. Constantin Popescu)
Adını Amazon nehrindeki dev gelgit dalgalarından alan, Romen Yeni Dalga sinemasının yeni başarılı örneklerinden Pororoca, beş yaşındaki küçük kızlarının ortadan kaybolmasıyla hayatları alt-üst olan bir aileyi gözlemliyor. Yönetmen Constantin Popescu, bu üçüncü uzun metrajlı filminde özellikle 18 dakikalık kesintisiz park planıyla teknik kusursuzluğu yakalıyor. Babayı oynayan Bogdan Dumitrache’ye dünya prömiyerini yaptığı San Sebastian Film Festivali’nde ödül getiren Pororoca, öfke, keder, suçluluk, çaresizlik ve takıntı gibi insani duyguları bir kayıp olayı üzerinden ele alarak belki de her anne-babanın aslında korkup çekindikleri bir olguyu perdeye taşıyor.
14- Styx (Yön. Wolfgang Fischer)
Okyanusun ortasında bir fırtına, mültecilerle dolu batmak üzere olan bir tekne ve tek başına bir kadın… Şubat ayındaki Berlin Film Festivali’nin Panorama bölümünde ilk gösterimini yapan Styx, 40 yaşlarında Avrupalı bir kadın doktorun hayal tatilinin mülteci kriziyle nasıl kesiştiğini anlatıyor. Rike, Cebelitarık’tan teknesiyle tek başına okyanusa açılıyor ve Ascunsion adasına doğru yola çıkıyor; ancak yolda feci haldeki bir mülteci teknesiyle karşılaşıyor. Düzenli, huzurlu, tasasız yaşamlarını sürdüren Avrupalıların hümanizmasının ve umudunun okyanus sularında çaresizlikle yok oluşunu izleyen Styx, olabildiğince az diyalog ve sürprizli senaryosuyla günümüzün en zorlu toplumsal sıkıntılarından birini serinkanlılıkla ele alıyor.
13- Visages Villages (Yön. Agnes Varda)
Fransız Yeni Dalga’sının efsane isimlerinden Agnes Varda, özgün ve yaratıcı çalışmalarıyla tanınan ünlü fotoğraf sanatçısı JR’ın fotoğraf atölyesine dönüştürdüğü minibüsüyle Fransa’nın köylerinde keyifli bir geziye çıkar. Gittikleri her yerde insanların farklı hikayeleri ve anıları vardır. İnsanların yüzüne işlemiş olan bu hikayeler ise bu çok farklı ikilinin merceğinde bambaşka bir hale bürünür. Bir gün mekanların yok olacağını bilseler de anıların asla yok olmayacağını bildiklerinden, duvarlara ölümsüz anların fotoğraflarını bastırırlar.
12- Load (Yön. Ongjen Glavonic)
Vlada 1999’da NATO’nun Sırbistan’ı bombaladığı günlerde kamyon şoförlüğü yapmaktadır. Savaştan yılmış bir ülkenin tanımadığı topraklarında Kosova’dan Belgrad’a gizemli bir yükü götürmeye çalışırken işini bitirdikten sonra yurduna dönüp yaptığının sonuçları ile yüzleşmesi gerektiğinin farkındadır. Yük, bu sene Malatya Film Festivali’nde Nuri Bilge Ceylan’ın başkanlığını yaptığı uluslararası yarışmadan En İyi Film ödülüyle döndü.
11- Den Skyldige (Yön. Gustav Möller)
Acil yardım hattında çalışan polis memuru Asger Holm, sıradan bir gece vardiyasında olağanüstü bir telefon alır: Hattın diğer ucunda kaçırılan bir kadın vardır. Asger oturduğu santral odasından onu kurtarmak için zamanla yarışırken bu çabasının hayati sonuçları olacağından habersizdir. Tek mekanda geçen Suçlu, bu yılın sürpriz filmlerinin başında geliyor. Oscar’da da son dokuza kalan filmlerden.
10- Donbass (Yön. Sergei Loznitsa)
2018 Cannes Film Festivali’nde Belirli Bir Bakış bölümünde En İyi Yönetmen ödülüne layık görülen Sergey Loznitsa’nın yönetmen koltuğunda oturduğu Donbass, Doğu Ukrayna toplumunun manipülasyon ve propagandanın etkileriyle bozuluşunu konu ediniyor. Avrupa’nın hemen yanı başında, Ukrayna’nın Donbass bölgesinde dört yıldır devam eden bir savaş mevcuttur. Rus yanlılarının ve milislerin yönetime karşı başkaldırdığı ülkede yolsuzluk, propaganda, soygun ve silahlı çatışmalar gündelik hayatın bir parçası haline gelmiştir. Yaşam ve ölümün iç içe geçtiği, hakikatin önemini yitirdiği bu dönemde yediden yetmişe herkes, kaos ortamından payına düşeni almaktadır.
9- Dovlatov (Yön. Alexey German)
1971, Leningrad. Ölümünden sonra ünlenecek Rus yazar Sergei Dovlatov, günlerini yazılarının yayımlanmasının koşulu olan Yazarlar Sendikası’na üyeliğini kovalayıp ufak yazı işleriyle geçirir. Akşamları ise caz dinlenen partilerde kentteki sanatçı ve yazarlarla bir araya gelir. Under Electric Clouds’un yönetmeni Alexey German Jr., Berlin’de dünya prömiyerini yapan yeni filminde Dovlatov’un hayatından altı günü anlatıyor ve bu hikâye üzerinden dönemin entelektüel çevresi ve onların Brejnev zamanı Sovyetler Birliği’yle ilişkisinin de portresini sunuyor. Yönetmen, John Steinbeck’ten Vladimir Nabokov’a uzanan referanslarla dolu senaryosunu, koreografileriyle büyüleyen sahnelerle aktarıyor.
8- Aga (Yön. Milko Lazarov)
Kuzeyin yabani soğuğunda Nanook ve Sedna, kaybolmaya yüz tutmuş geleneksel hayat tarzını uzun zaman önce terk eden kızları Aga ile yeniden buluşmayı hayal ederler. Nanook ile Sedna, kuzeyin karla kaplı tepelerindeki çadırlarında, atalarının adetlerine uygun bir yaşam sürmektedirler. Yabani hayatın ortasında herkesten uzak, yapayalnız yaşayan ikili dünya üzerinde kalmış son insanlar gibidir.
7– Dogman (Yön. Matteo Garrone)
Gomorra ile mafya ve şiddet sarmalını ele alan Matteo Garrone’nin Cannes’da Altın Palmiye için yarışan son filmi, bu kez küçük bir kıyı kasabasında kötülüğün ve şiddetin toplumdaki izlerini arıyor. Dogman’in kahramanı sıradan bir adam: Ufak tefek köpek bakıcısı, “Dogman” Marcello. Kasaba ahalisinin sevgisini hem sempatikliğiyle hem de torbacılıkla kazanan Marcello’nun belalı kokainman, eski boksör Simone’ye yakınlığı, sonunda hayatını alt üst ediyor. Git gide sertleşen atmosferi ve gerçekçi yaklaşımıyla Dogman, İtalya’nın en prestijli ödüllerinden Gümüş Kurdele’lerde sekiz dalda ödül kazanarak yılın en çok konuşulan filmlerinden biri oldu.
6- Le Livre D’image (Yön. Jean-Luc Godard)
Hiçbir kalıba sığmayan, dünyanın en yaratıcı ve yenilikçi yönetmenlerinden Godard’ın son filmi yine kışkırtıcı, yine zorlayıcı, elbette politik ve zihin açıcı. Godard’ın kendi sesiyle “Savaş geldi” diyerek başlattığı, bazılarına göre “gözlere ve kulaklara hitap eden bir şiir” bazılarına göreyse “bir korku filmi kadar güncel ve dehşet verici” olan İmgeler ve Sözcükler, bilge aktivist Godard’ın gözünden dünyanın hâlini anlatıyor. Farklı formatların, görüntü kaynaklarının, ses parçalarının kolajlandığı İmgeler ve Sözcükler, sinemada artık hiçbir şeye özgün denilemeyeceğini iddia eden bir zihin egzersizi, oryantalizmden sinema ahlakına kadar birçok konuya değinen görsel bir bombardıman, yine heyecan verici bir başyapıt.
5- Leto (Yön. Kiril Serebrennikov)
Leningrad, 1980’ler… Rock’n’roll ve blues müziğin yaygınlaşması, Perestroyka’nın yaklaştığını müjdeliyor; Lou Reed, Led Zeppelin ve David Bowie’nin kaçak plakları elden ele geziyor. Mike ve güzel eşi Natasha, genç müzisyen Viktor ile tanışınca, şüpheyle dolu bir devrin en umutsuz günlerinde müzikle yoğrulmuş bir aşk üçgeni doğuyor. Filmekimi’nde Öğrenci filmini izlediğimiz Kiril Serebrennikov’un Cannes’da ana yarışmada yer alan son filmi Yaz, içten bir ilk aşk hikâyesi anlatırken 1980’lerde Sovyetler Birliği’nde rock kültürünün doğuşunu da gözlemliyor. Filmin kahramanlarından Mike Naumenko, Rus rock dünyasının en iyi şarkı sözü yazarlarından biri olarak tanınıyor. Meşhur Kino grubunun kurucusu Viktor Tsoi ise devrimci şarkılarıyla Rus rock’ının öncülerinden sayılıyor. Yaz, bu müzisyenleri daha yolun başındayken mercek altına alıyor.
4- Transit (Christian Petzold)
Alman auteur yönetmen Christian Petzold’un Berlin Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapan son filmi, günümüzün göçmen krizine Avrupa’nın geçmişinden bakıyor. Anna Seghers’in 1942 tarihli romanından uyarlanan filmde Nazi işgalinden kaçan Georg adında bir adam, elinde evrakları bulunan, ölmüş bir yazarın kimliğini üstlenir. Georg Marsilya’dan gemiye binebilmek için beklerken kendi gibi birçok mülteciyle tanışır; ama gizemli Marie ile tanışınca planları değişir. Christian Petzold, tarihten ödünç aldığı bir hikâyeyi günümüz Marsilya’sında çekerek hem 75 yılda çok az şeyin değiştiğini vurguluyor hem de göçmenlik ve arada kalmışlığa dair sinemasal bir tartışma alanı açıyor.
3- Western (Yön. Valeska Grisebach)
Bir grup Alman inşaat işçisi Bulgaristan kırsalında, evlerinden çok uzakta, zorlu bir işe koyulurlar. Aralarından Meinhardt, inşaat alanının yakınlarındaki bir köyün sakinleriyle ağır ağır filizlenen bir arkadaşlık ilişkisi kurmaya başlar. Sıradan bir yabancı olmayı reddeden tavrı, köylüler ve meslektaşları nazarında kendisine karşı bir şüphe uyandıracaktır. Valeska Grisebach gerçek işçilerin rol aldığı Western’de, adının da öncelediği gibi, Western ikonografisini kullanarak oldukça güncel bir “yabancılık” tartışması getiriyor gündeme. Avrupa’nın bugününe dair önemli tespitleri olan Western, ilk gösterimini Cannes Film Festivali’nin Belirli Bir Bakış bölümünde yaptı.
2- Lazzaro Felice (Yön. Alice Rohrwacher)
Alice Rohrwacher’in Cannes’da ödül kazanan son filmi, günümüz dünyasını mistik öğelerle ele alan bir dostluk hikâyesi anlatıyor. Düz bir zaman çizgisi izlemeyen ve Super16 filmle çekilen Mutlu Lazzaro, filme adını da veren genç çiftçi Lazzaro’yu takip ediyor. Cenneti andıran bir köyde yaşayan iyilik timsali Lazzaro, en yakın arkadaşı asilzade Tancredi’yi aramak için hem mekânı hem de zamanı aşmayı göze alıyor. Cannes’da En İyi Erkek Oyuncu ödülü için adı çokça geçen Adriano Tardiolo, mucizesiz bir aziz kadar masum Lazzaro rolündeki performansıyla öne çıkıyor. Alice Rohrwacher’in insanın ruhuna işleyen filmi, hem tarzı hem de konusuyla Pasolini’nin yapıtlarını anımsatıyor.
1- Cold War (Yön. Pawel Pawlikowski)
Ida ile başta Oscar olmak üzere ödüle doymayan yönetmen Pawel Pawlikowski, yine İkinci Dünya Savaşı’nın küllerine dönüyor. Cannes’da dünya prömiyerini yaparak Pawlikowski’ye En İyi Yönetmen ödülünü kazandıran film, 1950’lerde, Soğuk Savaş sırasında, Stalinist Polonya’dan Berlin’e, Yugoslavya’dan bohem Paris’in gece kulüplerine uzanan, iki müzisyen arasındaki tutkulu aşkı anlatıyor. Zamanda sıçrayarak ilerleyen hikâyesi, melankolik havası, sade, siyah-beyaz görüntüleriyle birbirinden vazgeçemeyen iki âşığın tutkusunu perdeye aktaran filmin en güçlü yönlerinden biri de müzikleri.