Cãlin Peter Netzer, Cezar Paul-Badescu (ki onun Luminita, mon amour adlı romanından esinlenerek) ve Iulia Lumânare’nin senaryosunu yazdığı, genç kuşak Romen sinemasının dikkat çeken isimlerinden sayılan Cãlin Peter Netzer’in yönettiği Ana, mon amour, birbirlerinden hoşlandıkları her hallerinden belli üniversite öğrencileri Ana ve Toma’nın sohbeti ile başlıyor. Yavaş yavaş panik atak geçirmeye başlayan Ana, ne yapacağını kestiremeyen Toma’nın da yardımıyla sakinleşiyor. Bu basit sahne aslında tüm filmin özeti sayılabilecek arızalı bir ilişkinin habercisi. Zamanda yapılan irili ufaklı sıçramalarla bu ilişkinin doğuşunu, gelişimini ve nereye kadar gideceğinin meçhuliyetini izlemeye başlıyoruz. Birbirlerini çok seven Ana ve Toma’nın evliliğe uzanan bu aşkı ve tutkusu, sık sık Ana’nın psikolojik rahatsızlıklarıyla sınanıyor. Onun bu duygusal istikrarsızlığı, karakterine yansıyan dengesizliği, acizleştiren savunmasızlığı karşısında Toma’nın sabrı sınanıyor daha çok. Toma başlarda sevdiği kadın için yaptığı fedakarlıkları, katlandığı zorlukları bir süre sonra kanıksamaya, Ana’yı farklı bir açıdan sahiplenmeye başlıyor ki, film bu noktada çok çarpıcı psikolojik derinliklere inip, hepimizin zihinde gizli ya da aleni olan bu duyguya ve onun suretlerine yolculuklar yapıyor.
Ana, zihinsel açıdan daha tıbbi tarif gerektiren sorunlar yaşıyor. Ama Toma’nın yaşadıkları onu çok daha katmanlı, tartışılması gereken ve normal kabul edilebilecek davranışları bile kolayca etkisi altına alıp fikri sabitleyecek sulara sokuyor. Netzer, seyirciyi adeta Toma’nın zihnine endeksleyip, Ana’yı o zihnin tetikleyicisi haline getiriyor. Ana veya Toma olarak bireysel vaziyette ne kadar ilerleyebileceği bilinmeyen, bir süre sonra o bireyselliğin çıkmaza gireceğini hissettiren bu tehlikeli örgü, flört, evlilik, çocuk, kariyer gibi kritik aşamalarla test edilince sürekli yenileniyor, bireysel olmaktan uzaklaştırılıyor ve ortaya zengin bir psikolojik alan çıkıyor. Ana’nın zihinsel istikrarsızlıklarıyla sürekli baş etmeye çalışırken kendindeki değişimleri fark edemeyen Toma, çoğu insanın yakalandığı o “sahiplenme” hastalığına yakalanıyor. Eşini, sevgilisini ya da evladını bu dürtülerle başkalarından sakınan, onların arızalı veya yetersiz yanlarını göremeyerek gelişmelerini, ilerlemelerini sağlıksız yöntemlerle sağlamaya çalışanların hastalığı olarak ifade edebileceğimiz bu davranış biçiminin, farkında olarak veya olmayarak hem bizi, hem de sahiplendiğimiz kişileri yıpratması kaçınılmaz.
Sevgililerde, eşlerde, ebeveynlerde görülebilen, kendinden başkasına bağımlı olunmasının hazmedilemediği bu tür bir psikolojik rahatsızlığı çoğumuz bir rahatsızlık olarak algılamaz, kıskançlık, aşırı ilgi veya dışlanma korkusu şeklinde geçiştiririz. Hatta bunlardan bazılarının birer sevgi gösterisi olduğunu düşünerek zevk bile duyarız. Oysa bu sayede partnerlerimizin veya çocuklarımızın kendi başlarına birer birey olarak üstlendikleri basit işleri bile beceremeyeceklerine dair kendimizi inandırmaya, daha da kötüsü onların da buna inanmasına neden olabiliriz. İşte Toma’nın, rahatsızlığından ötürü Ana’yı hem kendinden, hem de çevresinde olanlardan koruma güdüsünün yıllar geçtikçe bir bağımlılığa dönüşmesi de biraz bundan kaynaklanıyor. Senaryo Ana’yı tıbbi bir vaka olmaktan çıkarıp, Toma gibi özel veya genel, daha yorumlanabilir bir karakter haline getirmeye başlayınca, yıllar süren beraberlikleri boyunca Ana’ya adeta bir bebek gibi kol kanat geren, kendi başına dışarı bile çıkamayacağını düşünen Toma için tedirginlik, şüphe, çaresizlik belirmeye başlıyor. Toma ve Ana arasındaki bu arızalı beraberliği zamanda bir ileri, bir geri şekilde karışık bir kurguyla izlediğimiz filmin neresinde olduğumuzu, ikisinin fiziksel görünümlerinden anlamaya çalışıyoruz. Senaryo ekibi, belli ki bu hislerin öyle birden bire ortaya çıkmayacağının, değişmeyeceğinin, uzun yıllara yayılması gerektiğinin altını çiziyor.
2013’te yönettiği Pozitia copilului (Child’s Pose) ile Berlin Film Festivali’nden Altın Ayı ile dönen Cãlin Peter Netzer, bu filmde de trajik bir kazaya sebep olan oğlunu korumak için her türlü fedakarlığı olduğu kadar kurnazlığı da göze alan bir anneyi işliyordu. Child’s Pose kadar ödül ve adaylık almamış olsa da, Ana, mon amour sayesinde bu manada çok daha kapsamlı psikolojik çözümlemeleri filmine taşıyor. Aynı Berlin’de Teströl és lélekröl’ün En İyi Film ödülü aldığı yarışmada aday olup, ancak En İyi Kurgu Gümüş Ayı’sını kazanıyor. Toma rolündeki Mircea Postelnicu ve Ana olarak izlediğimiz Diana Cavallioti’nin filmin her kadrajına sinen başarılı performansları Netzer’in işini daha da kolaylaştırıyor. Melankolik, dramatik, çıkışsız, dini ve entelektüel yanlarıyla tipik bir Avrupa art-house draması olarak görülebilecek Ana, mon amour, arızalı aşk hikayelerinden, insanın kendinden parçalar bulup anlık sorgulamalar yaşadığı yapımlardan biri. Son dönem Romen sinemasının birtakım örneklerinin anımsattığı üzere gerek biçim, gerekse tema olarak artık sinema tarihinin sayfalarında bir dönem olarak kalan Dogma Akımından etkiler bulmak da mümkün. Bu vesileyle bir “kendini iyi hisset” filmi olmadığı da sürpriz değil.
Osman Danacı