Başrolünde Danimarkalı usta aktör Mads Mikkelsen’in yer aldığı, Brezilyalı bir YouTuber olan Joe Penna’nın senaryosunu Ryan Morrison ile yazıp İzlanda’da çektiği Arctic, Penna’nın ilk uzun metrajı olduğunu hiç hissettirmeyen, ama ilk olmanın bazı eksikliklerini de taşıyan bir hayatta kalma filmi. Bu tip filmlerde alıştığımız belli bir düzenden söz etmek mümkün. Bu filmler, yaşanan bir kaza sonucu kimsenin olmadığı irili ufaklı bir doğal ortamda mahsur kalıp, sert doğa şartlarına karşı insanoğlunun ne kadar küçük kaldığını veya doğal felaketlere karşı hayatta kalma mücadelesinde ne kadar da zeki, ne kadar azimli olduğunu göstermek amacıyla girişilen bir meydan okuma yöntemidir adeta. Ama Penna bu defa kaza anından değil, kazadan bir süre sonrasından itibaren filmine başlıyor. Filmin künyesinde adının Overgård olduğunu öğrendiğimiz, kutup ıssızlığının ortasına düşmüş küçük uçağından pilot olduğunu anladığımız bir adamın rutinini izliyoruz. Ne zamandır orada mahsur kaldığını bilmediğimiz, ama bu rutinden ve kurduğu düzenden anladığımız kadarıyla birkaç haftadır, belki de birkaç aydır orada olduğunu anladığımız Overgård, kurtulma ümidini yitirmemiş bir adam.
Balık tutma düzenekleri kuran, tuttuğu balıkları stoklayan, karın altından çıkardığı siyah taşlarla S.O.S yazısını sağlamlaştıran, kısa mesafeli yürüyüşlerle kendisine bir harita oluşturmaya çalışan, radarındaki kırmızı ışığın yeşile dönmesini umarak hergün çalıştıran Overgård, bu rutinini yaşadığı günlerden birinde radarındaki yeşil ışığı, sonra da yaklaşmakta olan bir helikopteri fark ediyor. Ama şiddetli fırtına yüzünden inemeyen helikopter düşünce içindekileri kurtarmaya gidiyor. Erkek pilot için çok geç olsa da, yanındaki genç kadını yaralı olarak kurtarmayı başarıyor. Kadını ve helikopterden aldığı bazı hayati malzemelerle uçağına geri dönüyor. Bir yandan kendine gelmekte zorlanan kadınla ilgilenirken, diğer yandan helikopterde bulduğu haritayla en yakındaki kurtarma istasyonuna doğru yola çıkmak için hazırlık yapıyor. Joe Penna, tüm bu anları hiç de acemi bir yönetmen gibi aksatmadan, diyaloglara ihtiyaç duymadan, kurtulma içgüdüsünü, ümidi, sonra hayal kırıklığını betimliyor. Kısacası seyirciyi kolayca filmin içine çekiyor. Yine de bu tip Robinson Crusoe hikayelerine meraklı izleyiciler için hızlı bile sayılabilecek, o izole yaşamı biraz daha uzun tatmak isteyecek seyirciler için sürecin hızlı işlediği de bir gerçek.
Penna’nın elinde derli toplu bir senaryo olduğu pek söylenemez. Özellikle Overgård, helikopterde bulduğu resim sayesinde ölen pilotun eşi olduğunu, hatta bir de çocukları bulunduğunu öğrendiği kadını bulduktan sonra ikisi arasında birtakım konuşmalar yaşanacağını düşünüyoruz. Ama kadının bir türlü iyileşememesi ve aynı dili konuşmadıklarının anlaşılmasıyla Overgård, kaldığı yalnızlığa ikili olarak devam ediyor. Kurtulmak için göze aldığı çılgın planını uygulamaya başladığında ise Arctic bir yol filmine evriliyor. Olağanüstü doğa şartları, insanüstü çabalar, verilen molalar, keşke 1-2 sahneyle geçiştirilmeyip, filme uygun biçimde yayılmış olsaydı dediğimiz kutup ayısı tehlikesi ile yarı belgesel niteliğinde bir yolculuk izliyoruz. Penna elinden geldiğince bu yolculuğu çeşitlendirecek fırsatlar kolluyor. Yolculuğun kendisi yeterince zorluyken, fazladan macera aramayıp belli bir denge kurma iyi niyeti taşıyor. Üstelik dramatik bir kırılma noktası, bir uçurum kazası gibi ufak buluşlarla kurtuluşun o kar ve buzla kaplı olanaksızlığını daha da koyultup dramatik anlar yaratmayı başarıyor. Bu süreçte hesaba katılması kaçınılmaz dondurucu soğuğu ise biraz ötelediği görülüyor. Tabii bir National Geographic belgeseli izlemiyoruz neticede.
Bir National Geographic belgeseli izlemiyor olabiliriz ama Joe Penna, İzlanda yapımı filmin İzlandalı görüntü yönetmeni Tómas Örn Tómasson ile birlikte harikulade görüntüler yakalamayı, geniş ve dar alanlarda kameralarını doğru noktalarda konumlandırmayı, uçsuz bucaksız beyazlıkta sıkışmışlık hissi yaratmayı başarıyor. En önemlisi de, bu filmi Mads Mikkelsen ile çekmemiş olsaydı kimbilir nasıl bir şey ortaya çıkardı diye ikilemde de bırakabiliyor. Mikkelsen, bu rolün getirdiği türlü fiziksel zorluğun üstesinden geldiği gibi, o zorluklara muhteşem dramatik performanslar eklemeyi de ihmal etmiyor. (Erişteli kuzey alabalığı çorbası yaptığı sahnede ister istemez biricik Hannibal’ı anımsatıyor.) Mutlaka filmin finalini beğenmeyenler çıkacaktır. Evet, daha farklı bir final pekçok seyirciyi daha mutlu edebilirdi. Ama yine de o noktaya kadar getirilen filme tümden ihanet etmiş bir film değil karşımızdaki. “Brezilyalı bir YouTuber” diye başlayan yönetmen tarifinin ne kadar ümit verici olduğu tartışılır. Fakat sıcak güneyden buz gibi bir soğuğa bu kadar aşina, bu kadar rahat ve olgun bir yönetim sergileyen, Mads Mikkelsen gibi dev bir oyuncudan alabildiği maksimum verimi alabilen Joe Penna, sonraki işlerini merakla bekletecek bir yönetmen olduğunu ilk filmi Arctic sayesinde kanıtlamış oldu.
Osman Danacı