Bükreşli yönetmen Constantin Popescu’nun yazıp yönettiği 4. uzun metrajı Pororoca, beş buçuk yaşındaki küçük kızları Maria’nın parkta oynarken ortadan kaybolmasıyla hayatları perişan olan bir aileyi gözlüyor. Baba Tudor, anne Cristina, çocuklar Maria ve Ilie’den oluşan dört kişilik aile mutlu bir hayat sürerken bir gün Tudor’un gözetiminde Maria’nın kaybolmasıyla kabus dolu bir döneme giriyorlar. Günler geçip küçük kız hala bulunamayınca bu dönemin tüm zorlukları boğucu bir hal alıyor. Özellikle Tudor’u yakından izleyen Popescu, seyirciyi adeta onun bunalımına, suçluluk duygusuna, çaresizliğine, acısına, öfkesine hapsederek müthiş bir dramatik atmosfer yaratıyor. Kayıp hikayelerinin gerçeklerini yadsımayan, ebeveynler üzerindeki tahribatlarını abartısız bir doğallıkla resmeden, ama Christina’nın sinir krizi geçirdiği sahnedeki gibi o doğallık çerçevesinde duygularını salıveren güçlü bir anlatım mevcut. Evlat kaybının üstesinden hiçbir evlilik gelemez düşüncesi burada da doğrulanıyor. Ancak gereksiz duygu sömürüsü yapmadan, kayıp gizeminin önüne geçmeden, en önemlisi de Tudor’un yalnızlaşması ve giderek mental çöküntüye doğru yürüyüşünün betimlenmesi için evlilik olgusu bu sürecin bir parçası olarak işleniyor.
Popescu, Tudor’un bu kaybın üstesinden gelme davranışlarıyla beraber, kabullenemeyişi üzerine de gidiyor. Romen Yeni Dalga Sinemasının özelliklerinden biri olarak bireyin bürokrasi ile imtihanı Pororoca’ya da sızıyor. Polisin kayıp vakaları için uyguladığı prosedürlere rağmen sonuç alamayışının Tudor’un çaresizliğine çanak tutması, bir yandan en ufak detayların bile ne kadar önemli olduğunu vurgularken, diğer yandan çözümsüzlüğün kaçınılmazlığına dikkat çekiyor. Polisten haber beklemek, Tudor gibi sevecen bir baba için bile bir yere kadar sabredilir hale geliyor. Sürekli kızının kaybolduğu parka takılan bir adamdan şüphelenmeye başladığında ise, bu sabrın artık sonlandığı, kuşkularının ve saplantılarının körüklenmeye başladığı bir girdaba kapılıyor. Popescu’nun minimal tavrı, sabit ve hareketli kamerası, yer yer uzun planların hizmet ettiği Tudor’un yalnız ve depresif rutinleri, farkında olarak veya olmayarak seyirciyi avucunun içine alıyor. Sonlara doğru dehşet verici finale doğru sessiz ve derinden hazırlandığımızı fark ediyoruz. Kısa bir süreliğine gözden kaçırdığı evladını parkta kaybetmiş, günler geçtikçe akıbetinin ne olduğunu öğrenememiş, ailesinin geri kalanını da bir arada tutamamış, her günü eziyete dönmüş, yine de ümidini yitirmemiş acılı bir babanın düştüğü bu çukurdan kendisi olmayan bir adam olarak çıkışının yavaş yavaş, oya gibi işlenerek nihayetlendirilmesi gerçek bir karakter inşası.
Pororoca ile 2005 tarihli Marco Martins filmi Alice arasında bazı organik bağlar mevcut. Her ikisinde de küçük kızlarının kaybolmasını atlatamamış ailelerin çöküşü, çaresizlik içinde kaybolmamaya çalışan iki babanın evladını bulmak için hayata tutunma çabalarını izliyoruz. Alice’in babası Mário, kayıp kızını kendi yöntemleriyle ararken, bir yandan mesleğini de ihmal etmiyor, hatta kızını aramayı sistematik bir hale getirerek meslek ediniyor. Tudor’un kırılgan çaresizliği ise yavaş yavaş yaralı bir yırtıcı hayvana evriliyor. Kaybolma gizemiyle yaşamak zorunda kalmalarının psikolojik dengesizlikleriyle baş etmek yeterince zor iken, kendi başına desteksiz kalmaları yüzünden suçluluk duygusunun yükü de buna ekleniyor. Andrey Zvyagintsev filmi Loveless’i de bu halkaya eklersek, kayıp çocuğun akıbetinin önüne geçen ebeveyn travmaları, bireysel, toplumsal ve bürokratik çaresizlik ve bunların sonucunda delirmenin eşiğine geliş halinden söz etmek mümkün. Bir trajedinin zincirleme biçimde başka trajedilere neden olmasının acı gerçekliği Alice veya Pororoca gibi çocukları kullanmayan, sömürmeyen ama onların yokluklarını kullanarak güçlü bir dil oluşturan filmlerle daha iyi anlaşılıyor.
Anne Christina rolündeki Iulia Lumânare’nin başarılı performansı bir yana, zihnine ve duygularına hapsedildiğimiz Tudor rolünde Bogdan Dumitrache’nin yürek parçalayan, çeşitli festivallerden 6 adet En İyi Erkek Oyuncu ödülü kazanan etkileyici oyunu filme çok şey katıyor. Constantin Popescu’nun gücünü sakinliğinden, aynı zamanda ne zaman patlak vereceği belli olmayan öfkesinden alan tedirgin anlatımı, Maria’nın parkta kaybolduğu yaklaşık 20 dakikalık kesintisiz bölüm, Tudor’un takip sahneleri ve sarsıcı final sekansı, Pororoca’nın bütünlükten kopmadan farklı duygularla yükselen anları. Adını Amazon nehrindeki dev gelgit dalgalarından alan Pororoca, her ne kadar bu doğa olayını tam karşılayacak bir içeriğe sahip olmasa da, biraz zorlarsak günler geçip kayıp Maria bulunmadıkça yavaş yavaş altındaki su sığlaşan ve sonra tekrar yükselen baba Tudor’un o su yüzeyinde kalma çabası olarak özdeşlik kurmaya çalışabiliriz. Ebeveynlerin en çok korktukları şey olan evladını kaybetme fikri üzerine giden, bunu nasıl yükselip alçalacağının kontrolünü elinden bırakmadan yapan Constantin Popescu, “kayıp” kelimesinin “ölüm” olmayanını, ama kimi zaman belirsizliği ile ölümden beter olan “bulunamama” halini hem çiğ, hem de işlenmiş sinema dilleriyle karışık biçimde yansıtan bir dil kullanarak birinci sınıf bir drama adını yazdırıyor.
Osman Danacı